Cennetten Mucizeler

11 Aralık 2021 Cumartesi

ÖZÜNE DÖN EY İNSAN !

Son günlerde oldukça artan ruh ve enerjiye dayalı idrakler sonucunda varılan bazı noktalar beni çok düşündürmeye başladı. 


Diğer ülkeler ve farklı kültürlerin vardığı ve tüm dünyaca kabul gören kişisel gelişim kitapları ve seminerler yoluyla paylaşılan bu idrakler gerçekten de farkındalık dediğimiz yeni boyuta kapılar açmakta olsa da, malesef eksik kalan o boşluğu dolduran bir idrakle henüz karşılaşamamış olmanın üzüntüsünü yaşıyorum.


Bu idraklerin ilki olan: "Evrene göndermek" konusuna değinelim isterseniz. Evrenden şunu istedim, evrene bunu gönderdim gibi "Evrene gönderme" eylemleri ve söylemleri, her ne kadar bizim kollektif bilincimize ufak etkiler yapsa da, (çünkü evren denilen sistem, toplu bilinç dediğimiz; bütün yaratılışın birbirine görünmez bir bağ ile bağlı olduğu o mükemmel yaradılıştır.) İşte evrenden gelen cevaplar, toplu bilinç sebebiyle birbirimizi hissedebiliyor ve iletişim kurabiliyor olmamızdan kaynaklanan bu yetimizle ilgili olsa da, asıl görülmesi gereken konunun önünde perde olan bir engel olarak askıda kalıveriyor dileklerimiz ve isteklerimiz "Evrene göndermek" eylemi ile.


Sanki bütün yapma ya da oldurma gücü evrene aitmiş gibi herşeyi ona göndermek ve ondan istemek malesef cüzi bir miktar frekans, enerji ve toplu bilinç gibi bize bahşedilen kişisel yetilerimize ait çalışmalarla bir noktaya kadar bize fayda sağlayabiliyor olsa da, bütün bunları bizlere bahşeden asıl güç olan ve o herşeyi dilediğimiz ya da gönderdiğimiz evreni de yaratan en büyük ve tek iktidar sahibi ALLAH C.C. ile aramıza giren bir perdedir evrene takılıp kalmak.


Evreni de yaratan gerçek güçten istemek varken, kendimiz gibi yaratılmış olan evrenle işlerimizi çözmeye çalışmak, kalemi tutan eli görmeyip direk kaleme: "yaz" demek gibi değil midir? Elin sahibi istemezse o kalem o yazıyı yazabilir mi? 


İkinci idrak ise; "önce kendini düşünmek, kendin için yaşamak" konusu. Başkalarını düşünmek ve başkalarına faydalı olmak yüzünden hayatının boşa geçtiğini düşünen ölüm döşeğindeki insanların, son anlarında evlatlarına verdikleri yanlış isyan serzenişleri.


"Bugünkü aklım olsaydı ailemin sevdiklerini yapmak için kendimi ertelemek yerine, önce kendi sevdiklerimi yapardım. Çünkü bu yaptıklarımın karşılığını hiç göremedim" şeklindeki, bir parça benmerkezciliği doğru bir davranış olarak benimsemek hatası.


Bizler, yani bir yaratıcı tarafından yaratıldığı artık kesin delillerle kanıtlanmış olan insan varlıkları, ölümün ötesinde bir yaşam olduğu bizlere bu kadar kesin ve net bildirilmişken, ruh bilimi, bedenin ötesi, diğer alemler, diğer varlıklar ve diğer boyutlar, uzay ve zaman görecelikleri hakkında bu kadar bilgi ve bilimsel veri ile donatılmışken, ölümün ötesinde bir yaşam olduğundan artık bu kadar emin olmuşken, hala sanki sadece bu dünyadaki yaşamlarımıza ve sadece duyularımıza sahipmişiz gibi düşünmek, sadece fizik kanunlarının kabul ettiği sınırları benimseyip hislerimizi ve Allah c.c. varlık bahşettiği sürece sonsuzluğa ait olan ruhlarımızı sırf duyularımızla maddesel olarak göremediğimiz için yok saymak da malesef Allah c.c.  ve ahiret bilgisi ile aramıza giren bir perdedir.


İnsan, sadece bir kez aynaya baksa ve bu kadar kusursuz bir sisteme sahip bedenini bir kez incelese, gerçekten de kusursuz bir tasarım olduğunu ve bu tasarımın kendiliğinden oluşamayacağını kesin bir bilgi ile bilebilir. 


E bu insan kendiliğinden var olamayacağına göre, biri tarafından tasarlandığı ve yaratıldığı gerçeğine kolaylıkla ulaşabilir. Ve bu biri, sadece insanı değil, bütün bu kusursuz evreni, onun aynı kusursuzluktaki işleyiş sistemini de yaratan çok büyük bir kudretin varlığından emin olabilir. Çünkü insan bilir ki, hiç olmayan bir sineği bile tasarlayıp yaratmayı başaracak güce sahip değildir. Sadece var olan şeylerden ilham alır ve maddeyi kullanarak başka bir şekle dönüştürebilir ama hiç var olmayan birşeyi hayal edebilmesi ve tasarlayabilmesi mümkün değildir.


İşte bu yaratıcının varlığına inanabilmeyi başaran insan, O nunla gerçek bir iletişim kurabilmeyi de başarabilir ve Onun bizleri yaratırken varlıklarımıza üflediği ruh dediğimiz gizli  (daha doğrusu üzerini madde ile kendi ellerimizle kapattığımız) varlığımız bilir ki, bu dünya sadece gerçek dünyamızın yani gerçek evimizin ve gerçek varlıklarımızın bir yansıması, bir ilüzyonudur ve burada yaşamlarımız derslerle, öğrenmekle ve anlamakla geçip gidecektir. Asıl yaşamlarımız buradakinden ibaret değildir ve burada yaptığımız iyi ya da kötü şeyler gerçek yerimize bizi vardıracaktır.


İşte bu inanış bize anlatır ki, bu dünyada kendi keyfiyetlerimiz ya da nefsani istek ve eğlencelerimiz için değil, daha iyi ve daha faydalı, daha olgun ve daha bilge olabilmek için öğrenir, çabalar ve yaşarız. 


Bundan daha gerçek ve daha üstün olan ise, gerçeğe ulaşabilme ve yaratıcımız olan ALLAH C.C. ile gerçek anlamda tanışabilme, Ona ulaşabilme ve Onunla Ol'abilme çabasıdır ki bu bizim asıl hedefimizdir.


İnsan olarak bazı ruhsal yeteneklerimiz var evet ve bunları gerçek anlamda kullanabilirsek hepimiz birer şifacı ve enerji uzmanı olabiliriz ancak bu yeteneği kendimize mal etmek yanılgısına düşmemeliyiz çünkü bütün o yetenekler sadece Allah bize ruhlarımızı bahşettiği ve ruhlarımızı bu doğal yeti ile var ettiği için var.


Bizler, verileni unutarak herşeyi kendimizden zannetmek yanılgısına düştüğümüzde yani  kendimizi ilahlaştırdığımızda "Firavun", bütün güç ve kudretin Allah c.c. dan olduğunu ve O na ait olduğunu idrak ettiğimizde "Kul" oluruz. Ve bizler bu dünyaya firavun olmak için gelmedik. Gelmeden önce Rabbimize verdiğimiz: "Seni unutmayacağız" sözü ile bu dünyaya yine O nun tarafından gönderildik.


İşin özü, tüm cümlelerin başına ALLAH' ı koymadıkça, o cümleler daima eksik ve yarım kalacaktır. Dosdoğru yol yalnızca O' nun yoludur ve O Allah ki bizlere dosdoğru yolunun hangisi olduğunu bizzat anlatmıştır.


Artık evrenden değil, onu da yaratan Allah' tan dileyelim. Gerçek sahibimizin huzurunda eğilmek ve O'nun adını anmak özgürlüğünden, gücünden ve onurluluğundan utanmayalım. 


Bilimsel ve materyalist olacağız diye bu gerçek ve dosdoğru inanışı artık eskilerin masalları olarak görmeyi bir kenara bırakalım ve gerçek özümüze dönerek tekrar herşeye kalp gözlerimizle bakmaya başlayalım. 


Bizim yaratıcımız da, koruyucumuz da, sahibimiz de Allah dır arkadaşlar... Yalnız O na kulluk eder, yalnız Ondan yardım isteriz. Yalnız O ndan istemeli değil miyiz?


Şahadet ederim ki Allah' dan başka ilah yoktur. Ve şahadet ederim ki Muhammed O nun kulu ve elçisidir !


Bize gönderilen o kitap Kur' an- ı Kerim gerçektir ve Rabbimiz olan Allah ın her kulu ile tek tek özel sohbetidir. Yeter ki kul kendini ve kendi bilgisini yeterli görerek Rabbine karşı kibre girmesin ve hayatında bir kez eline alıp anladığı dilde okumaktan erinmesin.

27 Mayıs 2016 Cuma

İyiyim Dedim... Değilim...

















Aşk' a Dair Her Şey...







Ey burnumun ucunu sızlatan AŞK...
İçimde özlemini bile yaşayabilmenin lütuf olduğu yegane hidayetim...
Kalbime dönmesini umutla beklediğim saf varlığım...
Elif gibi sevdiğim, sevebildiğim...
Yandığım, vazgeçmek zorunda kaldığım, asla vazgeçemediğim...
Bir kalpteysen ancak o zaman o kalbi öpebildiğim...
İzini takip ettiğim...
Bazen kızdığım, küstüğüm ama hiç kıyamadığım...
Gerçek aynam, varlığında kaybolduğum, yokluğunda zaten yok olduğum...
Adını, varlığını, aşkını ve hasretini kalbimde SIR gibi taşıdığım...
Defalarca söylesem yine de söylemek isteyeceğim efsanem, sevgilim, Meleğim, Cennetim, Cennetimin ötesi, Cehennemde uğruna yanmaya eyvallah dediğim
Fedakar'ım, vefakar'ım, yaşamımı, günahlarımı üstlenenim, minnet'im, nimet'im, ötem, berim, içim, dışım, sebebim, doya doya sevebilmek için ölüp bittiğim,
Kalbimi çıkarıp eline sunmayı beklediğim, en içim... en derinim... EN'im... BEN'im... İçim dışım SEN'im... Seninim...
Ey Rabbimin en güzel hediyesi !
Kanatlarım, rengim, renksizliğim, en sevebildiğim, tek gerçeğim...
Yolum, günüm, baharım, yazım...
En güzel kelimelerim, en güzel kalp atışlarım, hasretim, suyum, susuzluğum...
Çocuğum, bebeğim, koruyanım, koruduğum, içime işlenen en güzel nakış...
EŞ'im... EV'im... SEVGİ'm... Ruh'um... En Kutsal'ım... Adını varlığını yücelttiğim...
Gönlüme yazılmış en özelim, en güzelim;
Sen varsan başka ne isterim
Sen varsan Aşk olurum
Sen varsan ne gerek varlığım
Senin varlığında gönüllü yok olurum...
Sen varsan ... Bir varsan ... Bir gelsen, ben uyansam...
Haydi sevdiceğim desen, bu kadar uyku yeter benim tembelim, ver elini haydi gidelim desen... Bir sarabilsem...
Sonsuzluğuma alabilsem, sonsuzca zerrelerime adını öğretsem...
Beni büyütsen, seni büyütsem, kocaman olsak, sonra Rabbimizde kaybolsak, eriyip gitsek...
Beni çok seviyor olsa gerek...

Artık sadece AşK olmalı ve kalbinden kalbime konmalı...















Sabıra, Kaybetmeye ve Kazanmaya Dair...


























Gidişlerin fazla olduğu bir içte nasıl çoğalır kalışlar, gelişler?
Yarım nasıl tam olur yarım bile tükenirken
İçinden kendini yok etmek büyük külfet
İnandığın, inandığını sandığın kendi gerçekliğinin büsbütün yalana dönüşmesi
Tuttuğun tüm dalların bir bir kırılıp silinmesi
Ne uçacak bir kanat, ne duracak bir gönül kalmamışken
Gerçek; kaybettiğinde kazandıkların işte
Kendin tamamen bittiğinde içine doğan o güneş
Kaybetmek sonsuz bir uçurum
Ona bedel doluşlara sabretmek yangın gibi yürek ister ey can
Bu kayıplarda gitmemeyi başarıyorsan senden değil Rabbinden...
Bu öyle bir illüzyon ki,
İçine Rabbinin dolmasını isteyen,
Kendine ait her şeyi kaybetmeye razı olsun
Finali görmeye gönlü olan sabretsin...sabretsin...sabretsin...







11 Mayıs 2016 Çarşamba

Ateş ve Aşk

Nasıl da bellidir ateşte yanmadan pişemeyeceğimiz. Çünkü herşey ateşte pişmektedir. Ekmek, demir, cam, topraktan biten envai çeşit meyve sebze bile güneşin ateşiyle pişer ve suyla beslenir.

Bu denge biz insanlar için de geçerlidir. Acının insanı olgunlaştırması da ondandır.

Aşk; hepimizin peşinde koştuğu ve hissetmeden yaşayamadığı bu büyük duygu da ateşle pişer.

Aşk, bir elimizde kor parçası tutarak petrol bir zeminde yürümeye benzer.

Kor elimize değdiği an çok yakar. Elimizden atmak isteriz hemen onu. Ancak atarsak yere düşecek, petrolün birden bire alev alarak bizi yakıp kül etmesine sebep olacaktır.

Bu nedenle atamayız koru elimizden. Acısına alışmaya, dayanmaya çalışırız. Kor un acısı git gide elimizi kaplar ve orada artık hissedilmez olarak bedenimizde ilerler. Kollarımıza, orayı kül ederek boynumuza, gövdemize, başımıza, kalbimize... iner de iner.

Biz kor olan yerlerimizde artık acıyı hissetmek yerine acıyı sevmeye, bundan tuhaf bir haz duymaya başlarız. Yine de bu; acının sarhoşluğudur.

Bir süre sonra kor bacaklarımızı ve nihayet ayaklarımızı da küle çevirmeyi başarır dayanabilirsek. Ve işte asıl hikaye ondan sonra başlar.

Biz artık tamamen yanmışızdır. Alevin kendisi haline gelmişizdir. Bu yüzden zemine ulaşan kor, petrole değse de artık o zeminin alev alması bize zarar veremeyecektir.

Bu nedenle aşk ta sabırlı olmak, her şeye dayanabilmek gerekir belki de. Çünkü aşk ta çekilen bütün çileler aslında bastığımız ateşten bizi korumak için vardır.

Aşk Olsun da, Varsın Ateşten Olsun...





1 Mayıs 2016 Pazar

SABIR GERÇEKTE NEDİR

İnsanların çoğu, sabrı ancak zaruri bir durum oluştuğunda ve yapacak başka birşey kalmadığına inandıkları anlarda gösterirler. Ama aslında "sabır" zannettikleri bu tavrın, sabrın gerçek anlamıyla hiçbir bağlantısı yoktur. Bu kimseler göğüs germek durumunda oldukları bir zorluğa ancak tahammül edebilirler.

Tahammül eden bir insan, başına gelen olayları Allah'ın bir hikmet üzerine yarattığını ve tümünün ardında pek çok hayır gizlenmiş olabileceğini düşünmediği için sıkıntı içerisindedir. Ruh halindeki bu olumsuzluk, memnuniyetsizliğini ifade eden şikayetçi konuşmalarla ve sıkıntılı yüz ifadeleriyle kendini belli eder. Tahammül edilmesi gereken durum sona erene kadar bu kimseler olumsuz bir ruh halinden kurtulamazlar.

Müminlerin gösterdiği sabır ise bu tahammül anlayışından çok farklıdır. Başlarına bir zorluk geliyorsa bunu yaratanın Allah olduğunu ve bunun mutlaka kendileri için hayırlara vesile olacağını bilirler. Allah'ın kendileri için en güzel kaderi belirlediğini bildikleri için karşılaştıkları her olaya gönülden razı olur ve hoşnutlukla tevekkül ederler. Bir ayette Allah müminler için "Ki onlar, sabredenler ve Rablerine tevekkül edenlerdir." (Ankebut Suresi, 59) şeklinde bildirmiştir.

Müminler hangi şartlar altında olurlarsa olsunlar, şikayet etmeyi, yakınmayı kendilerine hiçbir şekilde yakıştırmazlar. Bunun yanında Kuran'da, "Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır. Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır." (İnşirah Suresi, 5-6) ayetleriyle de bildirildiği gibi, Allah'ın zorlukları kolaylıklarıyla birlikte yarattığını ve bunun Allah'ın değişmeyen kesin bir kanunu olduğunu bilirler. "Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez..." (Bakara Suresi, 286) ayetiyle Allah kullarına önemli bir gerçeği daha hatırlatmıştır. Allah her insanı, ancak üstesinden gelebileceği zorluklarla denemektedir. Dolayısıyla insan bir zorlukla karşılaşıyorsa, kesin bir gerçektir ki Allah o kişiye bu duruma sabredebileceği gücü de vermiştir.

İşte Kuran'ın bu ayetlerine iman eden müminler sabrı hiçbir şekilde "bir olaya tahammül etmek" olarak algılamazlar. Dünyada iken bu zorlukların hiçbir şekilde sonu gelmese bile, bunda bir hayır olduğunu ve Allah'ın sabredenlere ahirette sabır göstermelerinin karşılığını en güzeliyle vereceğini de bilirler. Ve bunu bildikleri için de hiçbir zaman sıkıntıya kapılmazlar.

Allah'tan gelen bir zorluğu giderebilecek olanın ancak Allah olduğunu, yalnızca Allah'a sığınıp O'ndan yardım dileyebileceklerini bilerek zorlukları hafifletmesi için Rabbimize dua ederler: "... Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)





Dr. Masaru Emoto ve Su Kristalleri Mucizesi

İnsan doğasının en vazgeçilemez ihtiyacı olan suyun içersinde mevcut olan sır nedir? Su olmadan neden hayat olamaz? Suyun aklı ve hissi var mıdır? Suyun faydaları saymakla bitmez. Zira, bildiğimiz gibi vücudumuzun % 70’i sudan oluşmaktadır ve hayatta kalma mücadelesinde su kadar önemli başka bir şey yoktur.

Dünya, suyun termal özellikleri sayesinde dengeli bir iklime sahiptir. Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer sıvılara göre çok yüksek olması, denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C'ye kadar çıkarken, denizlerin ısı farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki ısı farkında da yaşanır. Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Ya da suyun termal özellikleri farklı olsaydı, yine yaşama son derece elverişsiz bir gezegen ortaya çıkacaktı.

Yani özetlemek istersek; su öncelikle Dünya'nın ısısını düzenlemeye ve dengelemeye yarar, canlıların bedenlerinin ısı dengesinin mükemmel bir biçimde korunmasını sağlar ve meteorolojik çevirimleri destekler. Tüm bu etkiler, olabilecek en yüksek uygunlukta gerçekleşmektedir ve başka hiçbir madde bu yönden su ile karşılaştırılamaz.

Son yıllarda, suyun daha önceden bilinmeyen bir özelliğinin anlaşılmasına yarayan gelişmeler de olmuştur. Bu özelllik, proton iletkenliği’dir ve sadece suya has bir özellik olarak gözlemlenmiştir. Proton iletkenlik özelliği, suyun biyolojik-enerji transferi ile hayatın kökeni açısından çok büyük öneme sahiptir.

İnsanı hayrete düşüren Su Kristalleri ve Su’da mevcut olan pozitif akıl, bilim adamlarını bu yönde çalışmalara yüneltmiştir. Suyun içersinde gizli olan ilahi formül, yeni bir enerji çağı açarak bilimde yeni bazı fikirlerin doğmasına öncülük etmiştir.

Japon Bilim Adamı Prof.Dr. Masaru Emoto, içinde 70’ten fazla kristal resmi bulunan “Su Kristalleri” adlı kitabında şunları kaydetmiştir: “Su, cansız bir madde değil; canlı ve duyguları algılayan kristallerden oluşmaktadır. Su, çevresinden pozitif ve negatif bilgileri alır ve ona göre tepki verir.” Prof.Dr. Masaru Emoto, Su kristalleriyle ilgili çalışmalarına iki önemli olayın rol aldığını bunlardan birisinin manyetik rezonens analiz cihazının, canlı organizmalardaki belli frekanslarını ölçmesi ve diğeri ise kar tanelerinin hiçbirisinin birbirine benzememesidir.

Prof.Dr.Masaru Emoto, üç yıl kadar önce mikroskopla yaptığı araştırmalarda, donmuş su kristallerinin dış tesirler karşısında çok değişik şekillerde reaksiyon gösterdiğini keşfetmiş ve bunları fotoğraflamıştır. Bu araştırmalara göre su kristalleri, dış çevre tesirlerinin yanı sıra, müzik, söz ve kavramlara da tepki vermektedir. Ayrıca, suyun hisleri ve şuuru da kaydettiğini ortaya çıkarmıştır. Emoto, araştırmalarıyla suyun sadece hafızasının ve bilgi taşıyıcı özelliğinin olmadığını, aynı zamanda kâinatın dilini ve gerçek sevgi titreşimini de yansıttığını ispatlamaktadır.

Sonuçta, Su pozitif bir doğal enerjidir ve yapı itibariyle suyun içersinde gizli bir ilim mevcuttur. Prof.Dr.Masaru Emoto, suya positif bilgi yüklediğinde ortaya çıkan şekiller yine positif, negatif yüklediğinde ise ortaya çıkan şekiller negatif olmuştur. Ortaya çıkan bu şekiller, suyun bir madde olmaktan daha çok, içersinde derin bir matematiksel (boyutsal) bilginin olduğunu kanıtlamaktadır. Yani güzel sözlerin veya rahatlatıcı bir müziğin, insan bedenine ve ruhuna faydalı olması gibi, suda da mevcut olan biyolojik sistem aynıdır. Suda mevcut olan bu ekolojik denge, hem bitkiler ve hem de tüm canlılar için Yaratıcı tarafından bizlere bahşedilmiş bir mucizeden ibarettir.

Öncü bir Japon araştırmacının su ile ilgili olan fotoğraflarla doküman haline getirilmiş şaşırtıcı keşfini öğrenene kadar biz su hakkında çok az şey biliyorduk.

Bu keşif bize bilmediklerimizi öğretti ve üzerinde yaşadığımız dünyanın en kıymetli kaynağı ile ilgili olarak yeni bir şuur seviyesine ulaşmamızı sağladı.

Dr.Masaru Emoto 1943 yılında Japonya da doğdu uluslarası ilişkiler ağırlıklı olarak aldığı üniversite eğitiminden sonra ikinci bir üniversite eğitim aldı ve Alternatif Tıp Doktoru oldu. Su kristalleri fotoğraflarını ‘’’’ isimli iki kitabında yayınladı ve bu kitaplar tüm dünyada 400 bin adet sattı.
Dr.Emoto’nun su araştırmasını bu kadar popüler kılan nokta ise onun bu araştırma ile ispat ettiği;  etkilediği gerçeğidir.

Aynı yerden alınan su örneklerine yazılı ve sözlü kelimelerle veya müzikle değişik niyetler, düşünceler yönlendirildiği, odaklanıldığı zaman ‘’’’. Temel olarak Dr.Emoto suyun ifadelerini yakalamayı başarmıştır.

Dr.Masaru Emoto donmuş suda oluşan kristallerin kendilerine belirli düşünceler yoğun olarak yönlendirildiğinde değişiklik gösterdiğini keşfetmiştir (düşüncenin şekline göre su kristalleri değişiklik gösterir).

Yapılan deneyler sonucunda çok temiz kaynaklardan gelen su örneklerinin ve kendilerine sevgi dolu sözcükler söylenen su örneklerinin aynen kar tanelerinin modeline benzeyen çok parlak, yoğun motifli, simetrik ve çok renkli desenler oluşturdukları görülmüştür.

Buna karşılık çevre kirliliğinin çok olduğu bölgelerden gelen su örnekleri veya negativ düşüncelere maruz bırakılan su örnekleri ise koyu renkli, asimetrik ve tamamlanmamış motifler oluşturmuşlardır.
İstersek, yaşadığımız dünyayı ve kendi sağlığımızı nasıl positiv olarak etkileyebileceğimizi görüyoruz.

Bu araştırmanın ve keşiflerin sonuçları :  ve devrim niteliğinde şuursal bir farkındalık yaratmıştır.
Dr.Emoto, canlı deneyler yapmış ve düşüncelerimizin, davranışlarımızın, duygularımızın çevre üzerinde ne kadar derin etkileri olduğunu göstermiştir.

Bu konu ile ilgili olarak Amerikan Holistik Tıp Derneği Başkanı ve aralarında ‘’Kutsal Şifacılık’’ isimli kitabı da olan 295 yayını olan Dr.Norman Shealy şu yorumu yapmıştır:

‘’Dünyanın yarısı sularla kaplıdır ve bizim vücudumuzun dörtte üçü de sudur. Su, bizim içinde yaşadığımız dördüncü boyutla ruhumuzun beşinci boyutu arasındai bağlantıyı temsil eder. Bundan evvel pek çok çalışma, şifacıların hidrojen birleştirmeleri veya suyun infrared ışınları emmesi ile ilgili gözle görünmeyen etkilerini meydan çıkartmıştır. Ancak, bu çalışmaların hiçbirisi Dr.Emoto nun zarif çalışması ile boy ölçüşemez. Düşünce ve güzelliğin etkisi bundan evvel bu kadar iyi bir şeklide hiç anlatılamamıştı.’’

Naturally Well mecmuasının editörü olan Marcus Laux ise şöyle bir yorum yapmıştır;
‘’Galile, Newton ve Einstein gibi Dr. Emoto’nun net vizyonu bize hem kendimizi hemde evreni farklı bir şekilde algılamayı göstermiştir. Burada bilim ve ruh birleşerek bizim dünyayı algılayışımızla ilgili inkar edilemeyecek bir kuantum sıçraması yapmış, sağlığımızı kazanarak nasıl huzur yaratabileceğimizi göstermiştir.’’

En basite indirgeyerek yapılan bir deneyde; aynı akarsudan alınan 2 kap suyun birine sakin ve kulağı tırmalamayan müzikler dinletilmiş, diğer kaptaki suya ise kulak tırmalayıcı, müzik zevine hitap etmeyen, cızırtılı bir müzik dinletilmiştir.
Daha sonra suların yapıları incelendiğinde ise,hafif ve güzel ritim dinletilen suyun kristalizasyon örneği desenler şeklinde ve simetrik, cızırtılı ve kötü ritimler dinletilen suyun kristalizasyon örneği ise karışık olarak bulunmuştur.

Bu ispatlarda vücudunun büyük bir çoğunluğu su olan insanlar içinde açık bir örnektir.

.  ‘’su kendi ifadesini değiştirmektedir’’.

Temel olarak Dr.Emoto suyun ifadelerini yakalamayı başarmıştır. Geliştirdiği teknikte çok soğuk bir odanın içinde son derece güçlü bir mikroskop ve çok yüksek hızlı bir fotoğraf çekim şekli uygulamıştır. Bu teknikle henüz oluşmuş donmuş su kristallerini fotoğraflamıştır. Ancak, değişik bölgelerden alınmış su örneklerinin hepsi kristalize olamamaktadır. Örneğin, çok kirli nehirlerden alına su örnekleri sadece suyun içinde bulunduğu hali, durumuu gösterirler.

Dr.Masaru Emoto donmuş suda oluşan kristallerin kendilerine belirli düşünceler yoğun olarak yönlendirildiğinde değişiklik gösterdiğini keşfetmiştir (düşüncenin şekline göre su kristalleri değişiklik gösterir).

Yapılan deneyler sonucunda çok temiz kaynaklardan gelen su örneklerinin ve kendilerine sevgi dolu sözcükler söylenen su örneklerinin aynen kar tanelerinin modeline benzeyen çok parlak, yoğun motifli, simetrik ve çok renkli desenler oluşturdukları görülmüştür.

Buna karşılık çevre kirliliğinin çok olduğu bölgelerden gelen su örnekleri veya negativ düşüncelere maruz bırakılan su örnekleri ise koyu renkli, asimetrik ve tamamlanmamış motifler oluşturmuşlardır.
Bu araştırmanın ve keşiflerin sonuçları bizim üzerinde yaşadığımız dünyayı ve kendi sağlığımızı nasıl positiv olarak etkileyebileceğimizi göstermiş ve devrim niteliğinde şuursal bir farkındalık yaratmıştır.

Dünyanın her tarafından konferanslar vermek üzere davet edilen Dr.Emoto Japonya, Avrupa ve Amerika da canlı deneyler yapmış ve düşüncelerimizin, davranışlarımızın, duygularımızın çevre üzerinde ne kadar derin etkileri olduğunu göstermiştir.

Bu konu ile ilgili olarak Amerikan Holistik Tıp Derneği Başkanı ve aralarında ‘’Kutsal Şifacılık’’ isimli kitabı da olan 295 yayını olan Dr.Norman Shealy şu yorumu yapmıştır:

‘’Dünyanın yarısı sularla kaplıdır ve bizim vücudumuzun dörtte üçü de sudur. Su, bizim içinde yaşadığımız dördüncü boyutla ruhumuzun beşinci boyutu arasındai bağlantıyı temsil eder. Bundan evvel pek çok çalışma, şifacıların hidrojen birleştirmeleri veya suyun infrared ışınları emmesi ile ilgili gözle görünmeyen etkilerini meydan çıkartmıştır. Ancak, bu çalışmaların hiçbirisi Dr.Emoto nun zarif çalışması ile boy ölçüşemez. Düşünce ve güzelliğin etkisi bundan evvel bu kadar iyi bir şeklide hiç anlatılamamıştı.’’

Naturally Well mecmuasının editörü olan Marcus Laux ise şöyle bir yorum yapmıştır ‘’Galile, Newton ve Einstein gibi Dr. Emoto’nun net vizyonu bize hem kendimizi hemde evreni farklı bir şekilde algılamayı göstermiştir. Burada bilim ve ruh birleşerek bizim dünyayı algılayışımızla ilgili inkar edilemeyecek bir kuantum sıçraması yapmış, sağlığımızı kazanarak nasıl huzur yaratabileceğimizi göstermiştir.’’

Bütün bunlara ek olarak şimdilerde yeni bir çalışma yapan Dr.Emoto bunu Islam dünyasına hediye edeceğini bildirmiştir. Bu çalışmada Allah’ın 99 ismi su örneklerinin üzerine yazılmakta ve oluşturdukları su kristali fotoğraflanmaktadır. Buna örnek olarak ‘’Adl ve Muksit’’ isminin yazılmış olduğu suyun oluşturduğu kristalin resmi Dr.Emoto’nun web sayfasında yayınlanmaktadır.

Araştırmacı Dr.Masaru Emoto Tokyo da bulunan Hado Enstitüsünün başkanıdır. ‘’Hado’’ fenomeni ile ilgili yazdığı pek çok kitap vardır. Japonca da bu kelimeyi meydana getiren iki hece ‘’dalga’’ ve ‘’hareket’’ anlamına gelmektedir.

Aşağıda ki tanım ise Dr.Emoto tarafından yapılmıştır ve suyun tabiatı ile ilgili olarak pek çok keşif yapmasına vesile olmuştur.

Dr. Emato ya göre Hado tüm maddede atomik seviyede görülen titreşim desenine verile isimdir ve bunun temeli de insan şuurudur.

Yıllar geçtikçe ve Dr. Emoto nun teorisi kabul gördükçe Hado anlayışıda bütün Japonya da yaygınlaştı. Öyle ki bu kelime günlük konuşma dilinin bir parçası oldu. ‘’Buranın hado su çok düşük haydi gelin buradan ayrılalım’’. ‘’Gelin çevremizin Hado sunu değiştirelim.’’ İşte bu tip konuşma şekilleri özellikle Emoto’nun devrim yaratan su kristalleri ile ilgili çektiği fotoğrafların yayınlanmasından sonra Japonya da çok yaygınlaşmıştır.

Ancak, resimleri sadece kristalize olmuş bir su molekülü olarak düşünmemek lazımdır. Dr.Emoto yu Hado fenomeninin öncüsü yapan şey onun DÜŞÜNCE VE DUYGULARIN FİZİK REALİTEYİ ETKİLEDİĞİNİ İSPAT ETMİŞ OLMASIDIR.

Yazılan ve söylenen kelimelerle değişik hado=titreşimler meydana getirmekte ve hatta müzik dinletildiği zaman da su ‘’ifadesini değiştirmektedir.’’
Örneğin insan şükran duygusunu ifade edince bu hemen suya yansımaktadır.

Bu konu ile ilgili sıkça sorulan sorulara ve cevaplarına aşağıda yer verdik:

Su kristali bize ne anlatıyor?

Cevap: Su kristalleri meydana gelen titreşimlerin deseni ve görüntüleridir. Genelde positiv titreşimler güzel bir şekilde oluşmuş su kristalleri meydana getirirler ve kristalizasyon oranı negative titreşimlerin meydana getirdiklerinden daha fazladır.

Su kristalleri neden çeşitli kelimeler ve onların manalarına bağlı olarak değişiklik gösteriyorlar.?


Şayet suya önce negative bir söz olan  söylenip ardından tekrar ‘ gibi bir ifade söylenirse su gene güzel kristaller oluşturabilir mi?

Cevap:Evet, oluşturabilir. Özellikle ‘’Sevgiler ve teşekkürler’’ gibi bir kelime yaptığımız araştırmalara göre en güzel su kristalini oluşturmuştur.

Hangi tip su insanlara en uygun olanıdır?
Cevap: Birlikte kendinizi en rahat hissettiğiniz su. Kendinizi su ile yanyana koymaya çalışın. Öyle ki, biz su çeşitleriniz arasından seçim yapabilir ve kendimize en uygun olanını bulabiliriz. Suyu aynen bir erkeği veya kadını sevdiğimiz gibi sevmeliyiz.

‘’Suyun verdiği Mesajlar’’ isimli kitabınızda delillerle sabit olan bir fotğraf kolleksiyonu var. Bundan da şu sonuca varabiliriz; hayvanlar, bitkiler, insanlar, organik veya inorganik herşey, kısacası tüm varlık birbirleri ile olan ilişkilerinde muhteşem bir ahenk içindedirler. Diğer taraftan inanıyorumki aynı deneyi tekrar tekrar yapmakta sonuçların aynı veya farklı olup olmadığını görmek açısından büyük fayda var..

 Şayet DNA ve insan dokusunun ve virüslerin kelimelere reaksiyon verdiğini bilseydik bunu tedavi amaçlı kullanabilir miydik?

Cevap:İnsan bedenin yapısı 42 octavdan meydana gelmiştir ve bu frekanslarla ifade edilebilir. Bu da demektirki hem bakteriler hem de mitokondri bu skalada yer alırlar. Şayet, biz, bunlara denk gelen uygun frekansları yayabilirsek o zaman bir iletişim imkanı doğabilir. Zaten şimdi de pek çok insan alternatif tıp uygulamalrı yapıyor, ama bu teori hakkında bilgileri yok. Zaten DNA ve virüslerin yüksek frekans seviyelerinde yer aldığını gördüğümüze göre bu konuda önemli olan şuurumuzu nasıl yönlendireceğimizdir frekansları konuşmaktansa.

Su da benlik veya rahatsızlık duygusu varmıdır?
 ilk etapta suyun şuurlu olduğunu düşünürüz. Bu durumda su, projeksiyon yapan bir yansıtıcı ve ayna görevini yapan tek şeydir.

Çiçekler ile de konuştuğumuz zaman veya anne karnında (suda yüzen) bebek ile konuştuğumuzda bizi duyacaktırlar. Bunun asıl sebebi yine sudur, yani
çiçekler suya muhtaçtır, bebekler de aynı şekilde anne karnında suda yaşarlar ve tüm seslere karşı aşırı duyarlıdırlar.

İleriki zamanlarda su ile yeni tedavi yöntemleri artacaktır. Zira su, stres karşıtı hormonların üretimini artıran, bağışıklık sistemini uyaran, kan dolaşımı ve metabolizmayı canlandıran bir şifadır.

Osmanlı döneminde psikiyatrik bozuklukların tedavisinde su sesi kullanılırken, günümüzde suyun her türlü özelliği ayrı bir hastalık reçetesi olarak kabul edilmektedir. Günümüzde suyun tedavi amaçlı kullanılma yöntemleri arasında suyla yıkama, su akıtımı, basınçlı su fışkırtma masajları, suda yürüme, banyodan saunaya kadar varan hidro ve termoterapi yöntemleri gelmektedir. Suya dokunmak, su ile temas içinde olmak bağışıklık sistemini uyarmakta, stres karşıtı hormonların üretimini hızlandırmaktadır. Suyun cilde teması sinir uçlarını uyarmakta ve nevraljiden (sinir iltihabı) migrene, kas tutulmasından eklem atrozlarına kadar bir çok soruna çözüm olduğu keşfedilmiştir. Ayrıca, damar çeperlerini de etkileyen su, varisleri rahatlatıyor, dolaşım bozukluklarını düzeltiyor. Sonuçta su, günümüzde çeşitli hastalıklarda tıbbi tedavi yöntemlerinin yanında, aynı zamanda destekleyici olarak da kullanılabilen doğal şifa kaynağıdır. Bu yüzden İslam dininde abdest almanın çok önemli yeri vardır. Abdest alırken insan hem bedenen, hem de ruhen tedavi olacaktır.

Sonuç olarak Allah, su ile bize hayat vermiş ve yediğimiz her türlü besini suyla topraktan bitirmiştir. Allah, Kuran'da insanlara su hakkında şöyle buyurmuştur:

“Sizin için gökten su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız. Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler vardır”. (Nahl Suresi, 10-11)

Japon bilim adamı Masaru Emoto, su molekülleri üzerine yaptığı araştırmalarda Kuran okurken veya hoca ezan okurken, sudaki moleküller meydana gelen titreşimle mükemmel bir altıgen dizilime ulaştığını saptadı.

Emo kısa bir süre önce Mısır'a giderek Kahire Üniversitesi'nde yaptığı araştırmanın sonuçlarını meslektaşları ile paylaştı.

Mısır devlet televizyonunda Japon bilim adamının elde ettiği bulgular profesörler tarafından tartışmaya açıldı. Kuran okunurken suyun nasıl değiştiğini tartışan bilim adamları,
Ayrıca Kuran okuyan ve Allah'a duan eden insanların huzur ve mutluluk duymasının sebebinin de bu olduğu öne sürüldü.










27 Nisan 2016 Çarşamba

Tohumlar ve Düştükleri Yerler

Çiftçinin biri tohum ekmeye çıkmış. Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düşmüş, ayak altında çiğnenip gökteki kuşlara yem olmuş. Kimi kayalık yere düşmüş, filizlenince susuzluktan kuruyup gitmiş. Kimi dikenler arasına düşmüş. Filizlerle birlikte büyüyen dikenler filizleri boğmuş. Kimi ise iyi toprağa düşmüş, büyüyünce yüz kat ürün vermiş.

Tohum: Allah (c.c.) ın Kelamıdır.

Yol Kenarındakiler; Sözü işiten kişilerdir. Ama sonra iblis gelir, inanıp kurtulmasınlar diye sözü yüreklerinden alır götürür.

Kayalık Yere Düşenler; İşittikleri sözü sevinçle kabul eden, ama kök salamadıkları için ancak bir süre inanan kişilerdir. Böyleleri sınandıkları zaman imandan dönerler.

Dikenler arasına düşenler; sözü işiten ama zamanla hayatın kaygıları, zenginlikleri ve zevkleri içinde boğulan, dolayısıyla olgun ürün vermeyenlerdir.

İyi Toprağa Düşenler ise; Sözü işitince onu iyi ve sağlam bir yürekte saklayanlardır. Bunlar sabırla dayanarak ürün verirler.






Hz. Hızır ve Uyuklayan Adam (Hikaye)

Bir gün Hızır a.s Cuma namazı için camiye girer,


Safa oturur camii dolar namaz başlar,


İmam hutbe okurken yanındaki şahıs uyumaya başlar,


—‘’Uyuma’’ diye onu uyarır,


_’’Uyumuyorum’’, der ...


Adam ikinci sefer yine uyur,

—‘’Uyuma abdestin gidiyor’’ der Hızır as.

Şahıs,

—‘’Uyumuyorum’’ der.

Yine uyur

Üçüncü sefer Hızır a.s

_’’Uyuma’’ der,

Adam hırslanır,

_’’Bak! Benimle uğraşma; kalkar senin Hızır olduğunu herkese söylerim’’

Der.

Hızır a.s kendini tanıyan bu şahsı Allah’ı sevenler listesini bakar bulamaz.

Ve hakka nida eder

—Ya rab bu şahıs bu listede yok der

Yüce Allah

_’’Ben sana beni sevenlerin listesini verdim, benim sevdiklerimi değil,

O şahıs sevdiklerim listesinde’’ der.



Senin Allah'ı Zikretmen O' nun Buyur Kulum Demesidir. (Hikaye)

Adamın biri, geceleri devamlı Allah'ı zikrederdi. Bütün gecesi zikir fikir içinde geçerdi. Zikir kalbine yerleşmiş, gönlüne tat vermişti. Bir gün şeytan bu adama yaklaştı ve o­na, “Böyle devamlı Allah'ı zikretmen ne zamana kadar sürecek. Sen gece gündüz Allah diyorsun, peki bir kere olsun Allah da sana buyur kulum dedi mi? Zikrinin karşılığını aldın mı? Madem sana bir karşılık verilmiyor, sen bu kötü halinle ve kara yüzünle ne zamana kadar Allah diyeceksin?” diye vesvese verdi.

Bu vesvese adama tesir etti. Kalbi karıştı. o­nu gerçek zannetti. Demek ben Allah'ı zikretmeye layık bir kul değilim bana karşılık verilmiyor diyerek zikri bıraktı ve uyudu.

Gece rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hz. Hızır o­na,
-Allah'ı zikretmeyi niçin terk ettin; zikirden niçin pişmanlık duydun? diye sordu.

Adam,
-Ben sürekli Allah Allah diye zikrettim; fakat bir gün olsun Allah'tan “buyur kulum'' diye bir karşılık duymadım. Ben bu işe layık olmadığımdan ve Allah'ın kapısından kovulmaktan korkuyorum, dedi.

O zaman Hz. Hızır (a.s) adamı şöyle uyardı:

-Senin Allah Allah demen, O'nun buyur kulum demesi dır. O seni zikretmese sen O'nu hiç zikredemezdin. Senin O'na kavuşma arzusu ile amel edip çırpınman O'nun tarafından sana verilmiş bir cezbedir. O seni sevmese kendi yolunda koşturmazdı. Senin Allah'tan korkun ve O'na duyduğun aşk, O'nun sana lütfudur. Senin her yâ Rabbi diye inleyişinde O da sana yönelir, seni dinler ve karşılık verir. Allah bir kulun kalbini bağlarsa, o kul Allah'ı zikredemez. Allah yolunu açmazsa, kul dua edemez. Sen başına gelen bir dert içinde Allah diyorsan, O sana kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiştir. Gaye seni kendisi ile meşgul etmektir. Korkma, Allah de. Zikre ve duaya devam et. Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz. Zerre kadar bir amel dahi zayi olmaz. Allah Firavun'a mal verdi, dert vermedi. O da hiç inleyip zikretmedi. Allah'ı zikrettiren dert, O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır.



İfrat ve Tefrit







İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim:

1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır.
Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

(Harcarken, ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir yol tutarlar.)
[Furkan 67]


2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır.
Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak
demektir. Hadis-i şerifte,

(Tesvif eden [hayırlı iş yapmayı sonraya bırakan] helak olur) buyuruldu. [Berika]
Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise ifrattır. Acele edende gevşeklik
ve bezginlik hasıl olur. Hayırlı bir işin olması için acele eden, gecikince, bezginliğe,
ümitsizliğe düşer. Duâ eder, hemen duâsının kabul olmasını ister.Duâsı gecikince
duâyı bırakır, maksudundan mahrum kalır. Acele edenin ihlası, takvası bozulabilir.
Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir.
Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Acele şeytandandır.) [Tirmizî], (Acele eden hata eder.) [Beyhekî]


3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da ifratı ve tefriti vardır.
Öfkenin aşırı olmasına saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine
ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte,

(Öfkenin ifratı imanı bozar) buyuruldu. Öfkenin lüzumlu olanına şecaat [kahramanlık, yiğitlik], lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke iyidir. İmam-ı Şafiî, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu.

Kur’an-ı kerimde buyuruldu ki:

(Kâfirlere ve münafıklara sert davran.) [Tevbe 73],
([Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.) [Fetih 29]

Düşmanlara karşı korkaklık caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allahın takdirini değiştirmez.
Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.


İslamiyet orta yoldur

İslamiyet her işte orta yolu tutmaktır. Birkaç örnek verelim:

1- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır) [Dâre Kutni] buyuruldu. Dayanamayan
kimsenin açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması,
buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir.
Çünkü, kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da tokluğun da zararı
bulunduğu için, yiyip içmekte, aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir.

2- Allahın rahmetinden ümit kesmek ifrattır.
Havf, Allahtan korkmak, reca da Allahın rahmetini ümit etmek demektir.

Allahın rahmetinden ancak sapıklar, kâfirler ümit keser. (Hicr 56)

Allahtan korkmayıp rahmetini garanti bilmek de tefrittir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.) [Tirmizî]

Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.) [Tirmizî]

3- Çok uyumak ifrattır, gerekenden az uyumak tefrittir. İhtiyaç kadar uyumak vasattır.

4- İbadet yapmakta da ifrat tefrit olur. Az ibadet etmek tefrittir.
Gece gündüz hep ibadet etmek de ifrattır.
Gücünün yetmediği şekilde ibâdet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç
uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et,
süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, ifrattır, aşırı gitmektir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Din kolaylıktır. Dinde aşırı gideni, din mağlup eder.) [Nesâî],

(Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile]

oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın!
Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.) [Taberânî]

26 Nisan 2016 Salı

Ben Değişince Her şey Değişti







Mesnevi ile Doğaçlama

Dünya Benim Sayemde Daha Güzel Bir Yer Olacak...

Neden mi ? Çünkü ben etrafımda gördüğüm şeylerin, kendi duvarıma ne şekilde yansırsa o şekilde göründüğünü anladım ve güzel görmek için kendi duvarımı güzelleştirmem gerektiğini fark ettim. Tıpkı o ressamlar gibi...

Padişahın sarayındaki Çinli ressamlar ”Biz Türk ressamlardan daha iyi, daha hünerli ressamlarız ” iddiasında bulunurlar. Türk ressaml...ar ise ”Bizim resimdeki ustalığımız sizden daha üstündür” derler.

Bunun üzerine padişah bir gün:

-İddianızda hanginiz haklısınız? Bunu anlamak için sizi imtihan edeceğim, der.

Çin ressamları ile Türk ressamları yarışmaya girişirler. Fakat Türk ressamlar bu yarışmadan çekinir gibi olurlar.

Çinliler:

-Padişahım bize özel bir oda veriniz, biz o odada çalışalım. Bir oda da Türklerin olsun, teklifinde bulunurlar.

Kapıları karşılıklı iki oda vardır. Odalardan birini Çinliler alır, birini de Türklere verirler. Çinliler, padişahtan yüzlerce çeşit boya isterler. Padişah onların isteklerinin hepsini yerine getirir.

Türk ressamlar ise:

Ne resim, ne boya bizim işimize yaramaz, bize sadece pas giderici nesne gerekir.

Türk ressamlar kapıyı kaparlar. Duvarı cilalamaya başlarlar. Odanın kapıya karşı olan duvarını gökyüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirirler.

Padişah önce Çinli ressamların odasına girer. Çinli ressamların yaptığı resimleri görür. Onların inceliğine, güzelline şaşırıp kalır. Aklı başından gider.

Sonra Türk ressamlarının yanına gelir. Padişah gelince Türkler iki oda arasındaki perdeyi kaldırırlar. Karşı odada Çinlilerin yaptığı resimler ve nakışlar bu odanın cilalanmış duvarına daha parlak bir şekilde yansır.

Padişah Çinliler tarafından ne görmüşse, bu odada ondan daha iyisini, daha güzelini görür. Resimler öyle canlı öyle güzeldir ki insanın gözünü almaktadır.

Bunu gören padişah, Türk ressamlarını daha başarılı bulur ve tebrik eder.

Ve demiştir ki: Bazı insanların gönülleri ayna gibi saf ve tertemizdir. Her şey oraya yansır. Gönüllerini Allah’ı anarak iyi işler yaparak cilalamış olanlar her zaman bir güzellik hoşluk içindedir.

Empati, yani karşıdaki kişiyi anlamak ve algılayabilmek, duyumsamak barışın sürekliliğini sağlar.







Ruhumuzun Bedenimize Bağlanan Noktaları; LETAİFLER ...


HAFİ : Kalbteki sırrın öte tarafı anlamına gelir.

Kalb, sır, hafi, ahfa terimleri Kur’an’dan alınmıştır.

“İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O SIRRI da (gizliyi de), AHFAyı da (gizlinin gizlisini de) bilir.” (Ta ha, 20/7)...

AHFA : İnsana Âlem-i sagîr yâni küçük âlem denir. Âlem-i sagîr on kısımdan meydana gelir. Bunların beşi Âlem-i emrdendir.

Bu beş mertebe; kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır.

Bunların asılları, kökleri Âlem-i kebîrde (İnsanın dışındaki âlemde)dir.

Ahfâ latîfesi, mertebelerin en sonu ve en yukarıdaki mertebedir. (İmâm-ı Rabbânî)

AKDES : En Kutsal, Nur'u Muhammedî Prizi, Kara Delik, Öz













Letaif nedir? Ruh bedeni baştan aşağı kaplar. Ruhun bazı manevi organları vardır. Bunlar bedende bazı yerlerde bulunurlar. Yerleri sabittir. Bunlara letaif noktaları denir. Yani letaifler ruhun manevi organlarıdır. Bunlar da bedende bazı yerlerde bulunur.

Letaifler nelerdir, ne işe yararlar? Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.

Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Bu, ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.

Kalp letaifi, bildiğimiz kalple alakalı değildir. Bildiğimiz kalbin altında asıl manevi kalp bulunur. Kalp, letaiflerin birinci basamağıdır. Nurunun rengi kırmızıdır. İlahi huzur yeridir.

Ruh, genel anlamı ile bildiğimiz ruh değildir. Buradaki ruh letaifi, genel anlamı ile bildiğimiz ruhun sadece manevi bir organıdır. Yani onun bir latifesidir. Bütün letaifler genel anlamı ile bildiğimiz ruhu meydana getirirler. Burada manevi bir organ ve bir letaif olan ruh, ilahi muhabbet ve sevgi merkezidir. Nuru sarıdır.

Sır ilahi vahdet (birlik) merkezidir. Nurunun rengi beyazdır.

Hafi ilahi istiğrak (boğulma, gark olma) merkezidir. Nurunun rengi yeşildir.

Ahfa ilahi izmihlal (yok olma, kaybolma) merkezidir. Nurunun rengi siyahtır.

Zikir ve rabıta ile bu letaif noktaları çalışmaya başladığında iman konusundaki işlevleri de kendisini göstermeye, taklidi iman yavaş yavaş tahkiki seviyeye ulaşmaya başlar. İman edilecek şeyler bellidir. Sınırlıdır. Ama onlara iman etme gücü ve niteliği değişebilir. İşte bu noktada letaiflerin çalışması ve yükselmesi belirleyici bir rol oynamaktadır.

Kişi kalp letaifi ile Allah’ın huzurunda olma duygusu ile ibadet edebilmekte, ruh letaifi ile O’na karşı muhabbet duymakta, sır letaifi ile bu muhabbet derinleşip başka şeylere olan bağlılıklardan azade kılınmakta, tek bir Allah’a yönelinmekte, hafi letaifinde bu ilahi muhabbet kişinin bütün varlığını kaplamakta, adeta kara sevdaya dönüşmekte, ahfa letaifinde ise ilahi aşk tamamen karşılıksız, nefsin hiç bir hazzı düşünülmeksizin ve pay almaksızın gerçekleşmektedir.

Şayet bir kişi letaiflerini yukarıda ifade ettiğimiz ilahi aşk yolunda kullanmazsa büyük bir sapkınlığa düşebilir. Zira letaiflerde ilahi bir güç ve cezbe vardır. Nereye yönlendirilirse oraya doğru akarlar. Örneğin bir insan parayı hayatında temel alır, bütün ruhsal gücüyle ona yönelirse, letaifleri de ona göre çalışmaya başlar, paraya büyük bir değer verirler. Kalbi daima paranın huzurunda yer alır. Ruhu bütün muhabbetini ona verir. Sırrı tek gerçek olarak parayı görür. Hafi letaifi paranın aşkına gark olur. Ahfa letaifi ile kişi para için her şeyini feda edebilir. Böyle birisi artık parayı ilah yerine koymuştur ve ona tapmak afatına düşmüştür. Böyle birisine nasihat da kar etmez. Hidayetin ulaşması ise çok zordur. Bütün diğer putlar da böyledir.

Şöyle bir çevrenize baktığınızda insanların letaiflerini nasıl değişik putların hizmetinde kullandıklarını görürsünüz.

İnsanların büyük kısmının günahlara tövbe etmesinde ve hak yola girmesinde engel olan en etkili şeyin karşı cinse karşı olan gayr-i meşru arzu, zina isteği olduğu kolaylıkla müşahede edilebilir. Zina yapmak isteği manevi hayatta çok büyük tahribatlar yapar. Letaifleri adeta dumura uğratır. Şayet bu ilgi ve arzu sır letaifine kadar ulaşırsa kişinin hidayete ulaşmasını daha çok zorlaştırabilir. Beri yanda bu vaziyet dinde, imani konularda şüphe ve inkâr oluşturmaya da başlar.

Mecazi aşk da letaifler ile oluşmaktadır. Eskilerin kara sevda diye adlandırdıkları mecazi aşk çeşidi, bütün letaiflerin karşı cinse yönelmesi ile meydana gelmektedir. Tasavvuf ehli kişiler bu çeşit aşkı ilahi aşka bir köprü olarak değerlendirip ona pek hor nazarla bakmamışlardır. Çünkü insanda yüce Allah’ın (c.c.) pek çok sıfatı ve güzel ismi tecelli etmektedir. Nihayetinde bu çeşit bir aşk her an ilahi aşka dönüşebilir. Elbette yarı yolda kalanlar da bulunabilir. Bu da acınacak bir vaziyettir.

-Letaiflerin nurları hakkında kaynak kitaplar neden çelişkili bilgiler vermektedir? İlahi nurları görme nimetini yüce Allah, sadatların himmeti ile bize nasip etmeden önce bu konu kafama çok takılıyordu: Allah dostları bu ilahi nurları istedikleri zaman görebildikleri halde niçin bu konuda çelişkili bilgiler vermekte idiler? Bu soruyu kendime çok soruyordum. Örneğin biri hafinin nuruna ‘yeşil’ derken diğeri niçin ‘siyah’ olarak adlandırmaktaydı? Doğrusu hangisiydi? Daha sonra kendi tecrübemle anladım ki, bu nurlar her bir letaif yerinde toplu olarak görülmektedir. Yani kişi eline tespih alıp bir letaif noktasında zikretmeye başladığında değişik renklerdeki nurların hepsi orada cevelan etmeye başlamakta, birbiri içerisinde dönmektedirler. Dolayısıyla bu durumda ilgili letaif noktasının nuru tam olarak tespit edilememekte, bu konuda farklı yaklaşımlar olabilmektedir.

Ben yukarıda letaif noktalarındaki nurlar üzerine doğru bilgileri verdiğime inanmaktayım. Zira kendime göre uyguladığım bir takım özel tekniklerle bunun sağlamasını çok kez yaptım. Tabii doğrusunu ancak yüce Allah (c.c.) bilir.

-Letaiflerin en temel işlevi ve görevi nedir? Yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini belirtmektedir (bk. Secde suresi,9). Yani letaifler ruhun manevi organları olduğuna göre çok büyük birer emanettir. Allah’tan insana verilmişlerdir. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle bu emanet yerlere, dağlara, göklere tevdi edilmiş, fakat onlar kabul etmemişlerdir. İnsanoğlu cahilliği ve zalimliği nedeni ile bu emaneti kabul etmiştir (bk. Ahzab suresi, 72).

Letaiflerin temel işlevi, bu yaratılış gerçeğinde gizlidir ve insanı Allah’a ulaştırmaktır. İnsan bu dünyada hiçbir surette Allah’ı göremez. Bunu büyük evliyalar, hususiyle İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) Mektubat’ında defalarca kez beyan etmişlerdir. Müşahade, Allah’ın cemalini seyretme ahrette gerçekleşecektir. Yalnız imanı geliştirme, tahkiki seviyeye ulaştırma yolu ile bazı ilahi tecellilere insan ulaşabilir. Fakat bunlar hiç bir suretle Allah değildirler. Zat tecellisi sırasında görülenler de bu cümledendir.

Letaifler Allah’a iman etmek için yaratılmışlardır. Temel vazifeleri budur. İmana hizmet etmektir. Taklidi imanı tahkiki seviyeye yükseltmektir.

Günahlar neticesinde bu vazifelerinde bazı aksaklıklar yaşanabilir. Günahlar letaifleri asli vazifelerinden uzaklaştırabilirler. Onları başka mecralara sokabilirler.

Letaiflerin asli vazifelerinden başka yollara sapması, insanı büyük buhranlara, sapkınlıklara, imansızlığa, küfre sokar.

Letaifler İslami bir yaşantıyla, zikir ve rabıta ile uyarıldıklarında asli vazifelerine dönerler. Asıl yerleri olan emir âlemine doğru yükselirler. Bu yükselme çok korkunç bir hızla gerçekleşmektedir. Tabii bu yükselmeyi yanlış anlamamak gerekir. Bu, bir el lambasındaki ışık huzmesinin hareketi gibidir. Yani letaifler, içindeki nurları ile emir âlemine doğru bir yolculuğa çıkarlar. İnsandan kopmazlar. Ama insanlar bunun farkında pek olamazlar.

‘Testi içindekini sızdırır.’ diye çok güzel bir atasözümüz vardır. Yani bir kişinin letaifleri yükseliyorsa bu az çok yüzüne, ellerine akseder. Bu organları nurlanır. Yüzdeki nurun temel nedeni budur. İslami bir yaşantıdan uzak kimselerin yüzlerinde görülen aydınlık ve parlaklık da bundandır. Onların da bazı iyi niyetleri, iyilikleri ruhlarında böyle olumlu bir durum arz eder. Fakat tavşanın koşması ile kaplumbağanın yürümesi birbiriyle karşılaştırılamaz bile. Kaldı ki letaiflerin belli bir hızla da olsa yükselmesi o kişinin Allah’ın azabından emin olması, cehennemden kurtulması anlamına gelmez. Elbette letaifleri yükselen insan bir şeyler kazanıyordur ama bir de bu işin harcamaları vardır. İnsanın kazandığının harcamalarına yetip yetmeyeceği ayrı bir konudur. Harcamalarla kastettiğimiz şeyin günahlar olduğunu açıklamaya gerek yoktur sanırım. Onun için insanların yüzlerine bakıp da hüküm vermek doğru değildir. İmtihan sırrı tamamen gizlenmiştir.




Çeşitli günahların etkisiyle letaifleri yükselmeyen insanların yüzlerinde ise zulümat görülür. Zulümat nur gibi maddi bir şeydir. Yani soyut bir düşünce değildir. Demir pasını andırır. Kişi şayet günahlara içten bir şekilde gözyaşları ile tövbe edip hak yola girerse, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye başlarsa bu zulümat, rüzgârın etkisiyle bulutların dağılması gibi yok olur. Yüzü hemen nurlanmaya başlar. İnanılmaz bir mucize gerçekleşir.

Biz bu dünyaya imtihan için gönderildik. Üzerimizdeki emanet ise ruhtur. Daha doğrusu, ruhumuzu, letaiflerimizi yüce âlemlere yükseltmektir. Bu da ancak haramlardan kaçınmakla ve Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Sonuçta emanet olarak değerlendirilecek olan şeyin ibadetler olduğu anlaşılır. Nitekim Hz. Ali (r.a) de emaneti ibadetler olarak tefsir etmiştir.

-İnsanlar letaifler hakkında neden çok az şey biliyorlar? Çünkü bunu yüce Allah (c.c.) böyle murat etmiştir. Ayet-i celilede bu konu böyle hükme bağlanmıştır. ‘Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki, Ruh Rabbimin emrindedir. Size bu konuda çok az bilgi verilmiştir (İsra suresi, 85)’

İnsanlar çağımızda genellikle bir ruhlarının olduğundan bile kuşku duymaktadırlar. Psikoloji, psikanaliz, psikoterapi gibi bilimler, disiplinler her ne kadar ruh terimini kullansalar da ruhtan bi-haberdirler. İncelediği, hakkında bilgi verdikleri şeyler, tamamen nefse aittir. Maalesef bu bilimler ve disiplinler ruhu, onun manevi organları olan letaifleri tanımadığı gibi tamamen de inkâr etmektedirler. Bu bilimlerle, disiplinlerle çokça uğraşanların genellikle materyalist, ateist olmalarının temel nedeni de budur. Ruhu inkâr eden Allah’ı da tanıyamaz ve inkâr eder. Bu durum birbirine sebep sonuç gibi bağlıdır.

Nefis bir manyetik güçtür. Dünyaya bağlıdır. Temel içgüdüler (susama, acıkma, cinsel dürtü …) nefsin kendisini gösterdiği alanlardır. Bunlar hayatta birinci plana alındığında insanoğlu hayvanlaşmaktadır. O zaman insanın ruhu zayıflamakta, letaifleri asli işlevlerinden uzaklaşmaktadır.
Nefis kişinin iç dünyasında hakim duruma geçtiğinde ruh ve dolayısıyla letaifler onun emrine girmektedirler. Nefse hizmet etmektedirler. Kişi o zaman imani konularda tereddütçü, kuşkucu, inkârcı bir tavır takınabilmektedir.

İnsanların genelinin sandığı gibi imansızlık, dini konularda inkâr ve kuşku, bilgi ve bilinç eksikliğinden kaynaklanmaz. Günahlardan meydana gelir. Günahlar insanı bu dünyaya bağlar. Kişinin ruhunu, dolayısıyla letaiflerini etkisiz kılar. Onların yükselmelerini engeller. Bu yüzden kişi yavaş yavaş imani konulara şüphe ile bakmaya başlar. Onları kolaylıkla inkâr eder.

Aslında ruh ve onun manevi organları letaifler, hiçbir zaman Allah’ı ve iman esaslarını tamamen inkâr edemezler. Bu durum kişinin iç dünyasında günahlarla çatıştığı için büyük bir sıkıntı ve bunalım meydana getirebilir. Kişi günahları daha rahat bir şekilde işlemek ve onlardan tam bir haz almak için ruhunun ve onun manevi organları olan letaiflerinin sesini susturma yoluna gidebilir. İmani konularda kuşku ve inkâra sapabilir. Bu yönde çevresindeki insanlara çeşitli konuşmalar ve sohbetler yapabilir. Yani kısacası, imani konularda kuşku ve inkâr, bir kendini savunma psikolojisidir. Günahları meşru hale getirmek için iç dünyada yapılan bir düzenlemedir, savunmadır.
Hiçbir insan % 100 bir oranla ve kesinlikle iç dünyasında Allah’ı ve iman esaslarını inkar edemez. -Letaiflerin çalıştığı nasıl anlaşılır? Bir mürşid-i kâmile başvuran sofiye günahlara tövbe etme ve biat merasiminden sonra genellikle iki vazife verilir: Zikir ve rabıta. Şayet sofi tövbesinde samimi ise ve Allah’ın emirlerini yerine getirmeye başlamışsa bu iki vazife hemen kalp bölgesinde etkisini göstermeye başlar. İki üç ay kadar sonra bu bölgede bazı emareler yaşanır. Karnının, hamile bir kadının içindeki bebeğin oynaması gibi, hareket ettiğini müşahede edebilir.  Kalp ve letaif noktalarında sertleşme, batma, yanma, acı gibi duyumlar almaya başlayabilir. Ayrıca feyzi hissetme nimetine erişebilir.

Feyz, manevi enerji olarak tarif edilebilir. Rabıtanın amacı buna erişmektir. Mürşid-i kâmil adeta bir enerji kaynağıdır. Rabıta sırasında ondan gelen feyz, kalp bölgesinde somut olarak hissedilir. Yani bu somutluk bir hoş baskı, çekim gibi şeylerle açıklanabilir.

Kalp bölgesi harekete geçtikten sonra zamanla diğer letaif noktalarında sertlik, batma, yanma, acı gibi duyumlar alınır. Bunlar zikrin ve rabıtanın arttırılmasını gerekli kılan işaretleri sayılır. Ayrıca bunlar kalp letaifinden diğer letaifler üzerinde zikre geçmenin belirtisi olarak da düşünülebilir.
Kalp zikrinden sonra gelen letaif zikrini ancak mürşidi kâmil verir.

Bir insanın yalnız başına, mürşitsiz letaif zikrine geçmesi doğru değildir. Zira şeytanların musallatlarına maruz kalabileceği gibi bu tür durumlarda onların oyuncağı da olabilir, ne yapacağını da bilemez.

-Bazı kişiler seneler geçtiği halde neden kalp veya letaif zikrinde bir ilerleme kaydedememekte, herhangi bir hal yaşamamaktadırlar? Kalp ve letaif noktalarında söylenen ‘Allah’ kelimesinin tesir etmesi, günahlara çokça içten tövbe etmekle mümkündür. Günahların ve onlara tövbe etmenin sonu sınırı ise yoktur. Bir de nefiste yer alan kötü ahlaklara çok dikkat etmek lazımdır. Onları içten çekilecek estağfirullahlarla her zaman temizleme yoluna gitmelidir. Bunlar kibir, ucup, haset, haksız yere öfke (kin), cimrilik, korkaklık, dünyaya ve şöhrete tutku düzeyinde bağlılık gibi şeylerdir. İnsan bunların belirtilerini, kıpırtılarını nefsinde hissettiği zaman zıtları ile hemen onların önünü tıkamalı ve pişmanlık hali ile estağfirullah çekmelidir. Bunlar nefs-i emmarenin huyları olduğu için kolay kolay temizlenemezler. Temizlendiği sanılsa bile mutlaka insan nefsinde izleri her zaman bulunur. İşte bu kötü huylar zikrin kalbe ve letaif noktalarına işlemesine çokça engel olurlar. Senelerce kalp zikri çekip de hiçbir hal yaşamamış kişilerin temel handikabı bu noktalardadır. Bu kötü huyları kalplerinden atamamalarıdır.

Aslında çekilen zikir ile bu kötü huylar eritilir. Ama bu kötü huyların giderilmesi için başka gayretlerin de olması gerekir. Yoksa zikrin kalbe tesiri çok gecikir. Çokça zaman alır.
Tabii günah sayılan her fiil de kalp ve letaif noktalarında çok olumsuz etkilerde bulunur. Bunların çalışmalarını engellerler. Ama sofiler genellikle açıkça yapılan günahlardan uzak yaşarlar, fakat nefislerindeki söz konusu ettiğimiz kötü huyları genellikle unuturlar. Bunların neden olduğu olumsuz etkiyi pek düşünmezler. Ayrıca ileri zikirlerde bulunup da manevi ilerlemesi yavaş olanların da temel eksikliği de bu noktadadır. Tasavvuf yolu daimi tövbe ve istiğfar halini gerekli kılmaktadır. Öyle ki, yapılan ibadetler bile bu cümleden kabul edilmeli, ibadetlerin arkalarından mutlaka Allah’ın (c.c.) şanına yakışmadığı için samimi bir şekilde tövbe ve istiğfar yapılmalıdır. Yoksa bu yolda ilerlemek, istenilen düzeye ulaşmak mümkün değildir.

-Evliya kerametleri nasıl meydana gelir ve neden kaynaklanır? Bazı insanlar vücutlarını geliştirmek için onca para ve emek harcarlar. Hâlbuki o gelişen vücut ona insani bir meziyet kazandırmaz. Bir gün de ölüp toprak olacaktır. Ruhu geliştirmek ancak onun manevi organları olan letaifleri zikir ve rabıta sayesinde nur ve feyizle beslemekle mümkündür. Normalde her insanın ruhu çok zayıftır. Kendisini nefsin gölgesinde saklar. Pek belli etmez. Yukarıda sözünü ettiğimiz kara sevda örneğinde olduğu gibi durumlarda belli eder. Aşk ruhsal bir olaydır. Şehvet nefsanidir. Bu iki olguyu karşılaştırdığımızda ruh ile nefsi daha yakından tanımış oluruz.

Evliya menkıbelerine baktığınız zaman akıl almaz, gerçeklik ötesi olaylara tanık olursunuz. Bunlara keramet denir.  Bazı insanlar gerçeklikle çatışan bu kerametleri inkâr yoluna giderler. Oysa Allah dostları hayatlarında yalan söylemedikleri gibi kendileri hakkında yalan söylenmesine de asla izin vermezler. Bu bakımdan kerametler haktır. Amacı da insanları hak yola çağırmaktır.
Elbette kerameti yaratan yüce Allah’tır. Ama yüce Allah (c.c.) her şeyi bir sünnetullaha göre yaratmaktadır. Sünnetullah ilahi yasalar demektir.

Kerametler velilerin olgunlaşan ruhlarıyla meydana gelmektedir. Dolayısıyla kerametlerin meydana gelmesinde letaiflerin birinci derecede rolleri bulunmaktadır.

Ruh, Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için yüce Allah’ın (c.c.) izni ve taktiriyle letaifleri aracılığı ile kerametler gerçekleşmektedir. Kerametlerdeki sır letaiflerde gizlidir.

Letaifler Lahut âlemine yükselip de Allah’ın sıfatları ve güzel isimlerinin gölgelerine ulaştığında çeşitli kerametler için gerekli olan güç ve kudrete sahip olmaktadırlar.

Kalplerde olanı keşfetme, kabirdekilerin ahvalini bilmek, hastalara şifa vermek, suda yürümek, aynı anda değişik yerlerde bulunmak hep Lahut âlemine, yüce Allah’ın sıfat ve güzel isimlerinin gölgesine yükselmiş olan ruh, dolayısıyla letaifler aracılığı ile gerçekleşen ve bilinen belli başlı kerametlerdir.
Tasavvuf yoluna keramet sahibi olmak için değil Allah rızasına ermek için girilir.

-Çakralar ile letaifler arasında bir ilgi var mı? Budizm, Hinduizm gibi dinlerin başlangıçta hak temele dayanıp daha sonra tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudi dinlerinde olduğu gibi bozulduğundan Kuran-ı Kerim söz etmese de akıl ve mantıkla olaya yaklaştığımızda bu dinlerin de temelinin tevhide ve ilahi kitaplara dayanıp daha sonra tahrif edildiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çakralar ile letaifler aynı konudan söz etmektedirler. Ruhun temel organlarını konu almaktadırlar.
Meditasyon adı altında yapılan uygulamalar ise büyük sıkıntıları ve tehlikeleri taşımaktadırlar. Zira bu uygulamalar şeytanlara davetiye çıkarmaktadırlar. İnsanların itikatlarını bozan pek çok yanlış bilgi bu meditasyonlarda zihinlere farkına varılmadan yerleşmektedir. Daha da kötüsü bir şeytan musallatında bu insanların sığınacağı bir limanlarının bulunamaması, kendilerini savunamamalarıdır. Onların ellerinde oyuncak olup kalmalarıdır.

Bir mürşid-i kamile bağlı bilgili ve bilinçli bir zikir ehlinin, bilgi ve kültürünü artırmak için meditasyon uygulamalarını, çakraları, söz konusu ettiğimiz dinleri incelemesini ve tanımasını tavsiye ederim. Bu, ona ufuk açacaktır. Ama tabii bu da ancak kendi yolunu iyice öğrendikten ve belli bir seviyeye geldikten sonra mümkün olacaktır.

-Nefis letaifinin ve letaif-i küllün vazifeleri nelerdir? Nefis letaifinin içerisinde insanın halk âlemindeki aslı olan dört unsur (anasır-ı erba) bulunur: toprak, hava, su, ateş. Nefis letaifi aslında bunlardan meydana gelir. Sütün üzerindeki kaymak gibi nefis de anasır-ı erbanın bir çeşit özüdür, bileşkesidir.

Zikir, rabıta, murakabe nefis letaifine de tesir eder. Yerinin iki kaş arası olduğunu yukarıda söyledik. İnsanın beşeri vasıfları, zaafları, günahları hep nefisten kaynaklanır. Nefsi tezkiye etmek, ruhu saflaştırmaktan daha zordur.

Nefis en esaslı şekilde oruç, erbain, hizmet etme gibi ibadetlerle tezkiye olunur.

Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gösterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle toprak öğesi ağır basan cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir.  Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis,  evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez. Nefis ancak bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına çıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa düşünce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgeçmez.

Nefis zikir, rabıta, murakabe gibi yöntemlerle tezkiye olduktan sonra insanda iyi vasıflar, faziletler görülmeye başlar. Toprak öğesi ağır basan kişide ağırbaşlılık, mülayimlik görülür. Su öğesi ağır basan kişi uyumlu, hoş görülü, anlayışlı bir karakter sergiler. Hava öğesi ağır basan kişiler ise duygusal, empati kabiliyeti güçlü kişiler olarak dikkati çeker. Ateş unsuru ağırlıklı olan kişiler ise hizmet ve dava adamları olarak hayırlara vesile olurlar. Önde koşarlar.

İleri derecede rabıtaya sahip olanların sadatların ruhlarını görmeleri ve onlarla konuşmaları nefis letaifinin tamamen tezkiye edilmesinden sonra gerçekleşmektedir.

Şeytanları görmek ve onlarla konuşmak, nefis letaifinin altındaki letaiflerle (kalp, ruh, sır…) mümkündür.

Letaif-i küll pek çok kerametin, daha doğrusu büyük kerametlerin gerçekleşmesinde rol oynar. Yerinin başın üstü olduğunu yukarıda söyledik.