Cennetten Mucizeler

27 Nisan 2016 Çarşamba

Tohumlar ve Düştükleri Yerler

Çiftçinin biri tohum ekmeye çıkmış. Ektiği tohumlardan kimi yol kenarına düşmüş, ayak altında çiğnenip gökteki kuşlara yem olmuş. Kimi kayalık yere düşmüş, filizlenince susuzluktan kuruyup gitmiş. Kimi dikenler arasına düşmüş. Filizlerle birlikte büyüyen dikenler filizleri boğmuş. Kimi ise iyi toprağa düşmüş, büyüyünce yüz kat ürün vermiş.

Tohum: Allah (c.c.) ın Kelamıdır.

Yol Kenarındakiler; Sözü işiten kişilerdir. Ama sonra iblis gelir, inanıp kurtulmasınlar diye sözü yüreklerinden alır götürür.

Kayalık Yere Düşenler; İşittikleri sözü sevinçle kabul eden, ama kök salamadıkları için ancak bir süre inanan kişilerdir. Böyleleri sınandıkları zaman imandan dönerler.

Dikenler arasına düşenler; sözü işiten ama zamanla hayatın kaygıları, zenginlikleri ve zevkleri içinde boğulan, dolayısıyla olgun ürün vermeyenlerdir.

İyi Toprağa Düşenler ise; Sözü işitince onu iyi ve sağlam bir yürekte saklayanlardır. Bunlar sabırla dayanarak ürün verirler.






Hz. Hızır ve Uyuklayan Adam (Hikaye)

Bir gün Hızır a.s Cuma namazı için camiye girer,


Safa oturur camii dolar namaz başlar,


İmam hutbe okurken yanındaki şahıs uyumaya başlar,


—‘’Uyuma’’ diye onu uyarır,


_’’Uyumuyorum’’, der ...


Adam ikinci sefer yine uyur,

—‘’Uyuma abdestin gidiyor’’ der Hızır as.

Şahıs,

—‘’Uyumuyorum’’ der.

Yine uyur

Üçüncü sefer Hızır a.s

_’’Uyuma’’ der,

Adam hırslanır,

_’’Bak! Benimle uğraşma; kalkar senin Hızır olduğunu herkese söylerim’’

Der.

Hızır a.s kendini tanıyan bu şahsı Allah’ı sevenler listesini bakar bulamaz.

Ve hakka nida eder

—Ya rab bu şahıs bu listede yok der

Yüce Allah

_’’Ben sana beni sevenlerin listesini verdim, benim sevdiklerimi değil,

O şahıs sevdiklerim listesinde’’ der.



Senin Allah'ı Zikretmen O' nun Buyur Kulum Demesidir. (Hikaye)

Adamın biri, geceleri devamlı Allah'ı zikrederdi. Bütün gecesi zikir fikir içinde geçerdi. Zikir kalbine yerleşmiş, gönlüne tat vermişti. Bir gün şeytan bu adama yaklaştı ve o­na, “Böyle devamlı Allah'ı zikretmen ne zamana kadar sürecek. Sen gece gündüz Allah diyorsun, peki bir kere olsun Allah da sana buyur kulum dedi mi? Zikrinin karşılığını aldın mı? Madem sana bir karşılık verilmiyor, sen bu kötü halinle ve kara yüzünle ne zamana kadar Allah diyeceksin?” diye vesvese verdi.

Bu vesvese adama tesir etti. Kalbi karıştı. o­nu gerçek zannetti. Demek ben Allah'ı zikretmeye layık bir kul değilim bana karşılık verilmiyor diyerek zikri bıraktı ve uyudu.

Gece rüyasında Hızır aleyhisselamı gördü. Hz. Hızır o­na,
-Allah'ı zikretmeyi niçin terk ettin; zikirden niçin pişmanlık duydun? diye sordu.

Adam,
-Ben sürekli Allah Allah diye zikrettim; fakat bir gün olsun Allah'tan “buyur kulum'' diye bir karşılık duymadım. Ben bu işe layık olmadığımdan ve Allah'ın kapısından kovulmaktan korkuyorum, dedi.

O zaman Hz. Hızır (a.s) adamı şöyle uyardı:

-Senin Allah Allah demen, O'nun buyur kulum demesi dır. O seni zikretmese sen O'nu hiç zikredemezdin. Senin O'na kavuşma arzusu ile amel edip çırpınman O'nun tarafından sana verilmiş bir cezbedir. O seni sevmese kendi yolunda koşturmazdı. Senin Allah'tan korkun ve O'na duyduğun aşk, O'nun sana lütfudur. Senin her yâ Rabbi diye inleyişinde O da sana yönelir, seni dinler ve karşılık verir. Allah bir kulun kalbini bağlarsa, o kul Allah'ı zikredemez. Allah yolunu açmazsa, kul dua edemez. Sen başına gelen bir dert içinde Allah diyorsan, O sana kendisini zikrettirmek için bu derdi vermiştir. Gaye seni kendisi ile meşgul etmektir. Korkma, Allah de. Zikre ve duaya devam et. Hiçbir zikir ve dua karşılıksız kalmaz. Zerre kadar bir amel dahi zayi olmaz. Allah Firavun'a mal verdi, dert vermedi. O da hiç inleyip zikretmedi. Allah'ı zikrettiren dert, O'nu unutturan maldan ve sıhhatten daha hayırlıdır.



İfrat ve Tefrit







İfrat, tefrit ve vasata birkaç örnek verelim:

1- Cimrilik tefrit, israf ise ifrattır. Cömertlik ise vasattır.
Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:

(Harcarken, ne israf, ne de cimrilik ederler; ikisi arasında bir yol tutarlar.)
[Furkan 67]


2- Tembellik tefrittir, acele ise ifrattır.
Tembellik, şimdi yapılması gereken bir işi geciktirmek, daha sonraya bırakmak
demektir. Hadis-i şerifte,

(Tesvif eden [hayırlı iş yapmayı sonraya bırakan] helak olur) buyuruldu. [Berika]
Acele edip düşünmeden o işi yapmak ise ifrattır. Acele edende gevşeklik
ve bezginlik hasıl olur. Hayırlı bir işin olması için acele eden, gecikince, bezginliğe,
ümitsizliğe düşer. Duâ eder, hemen duâsının kabul olmasını ister.Duâsı gecikince
duâyı bırakır, maksudundan mahrum kalır. Acele edenin ihlası, takvası bozulabilir.
Şüpheli şeylere, hatta haramlara dalabilir.
Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:

(Acele şeytandandır.) [Tirmizî], (Acele eden hata eder.) [Beyhekî]


3- İnsan bir şeye kızabilir. Bunun da ifratı ve tefriti vardır.
Öfkenin aşırı olmasına saldırganlık denir. Saldırgan kimse, hiddetli olur, kendine
ve başkasına zarar verir, bu hâl, küfre götürebilir. Hadis-i şerifte,

(Öfkenin ifratı imanı bozar) buyuruldu. Öfkenin lüzumlu olanına şecaat [kahramanlık, yiğitlik], lüzumundan az olmasına da korkaklık denir. Şecaat orta yoldur. Şecaat halindeki öfke iyidir. İmam-ı Şafiî, (Şecaat gereken yerde, korkan kimse, eşeğe benzer) buyurdu.

Kur’an-ı kerimde buyuruldu ki:

(Kâfirlere ve münafıklara sert davran.) [Tevbe 73],
([Eshab-ı kiram] kâfirlere karşı çetindir.) [Fetih 29]

Düşmanlara karşı korkaklık caiz değildir. Korkarak kaçmak, Allahın takdirini değiştirmez.
Korkak kimse, karısına, kızına karşı gayretsizlik ve hamiyetsizlik gösterir, onları koruyamaz. Zillete ve zulme boyun eğer, hainlik yapanı görünce susar.


İslamiyet orta yoldur

İslamiyet her işte orta yolu tutmaktır. Birkaç örnek verelim:

1- Çok yemek ifrattır, gerekenden az yemek tefrittir. İhtiyaç kadar yemek vasattır. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır) [Dâre Kutni] buyuruldu. Dayanamayan
kimsenin açlık çekmesi de caiz değildir. Açlık çekmenin tahrimen mekruh olması,
buna dayanamayanlar, bedenine ve aklına zarar verecek olanlar içindir.
Çünkü, kendini tehlikeye düşürmek haramdır. Açlığın da tokluğun da zararı
bulunduğu için, yiyip içmekte, aşırılıktan kaçmak, orta yolu tutmak gerekir.

2- Allahın rahmetinden ümit kesmek ifrattır.
Havf, Allahtan korkmak, reca da Allahın rahmetini ümit etmek demektir.

Allahın rahmetinden ancak sapıklar, kâfirler ümit keser. (Hicr 56)

Allahtan korkmayıp rahmetini garanti bilmek de tefrittir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Her istediğini yapıp, rahmete kavuşacağını ümit eden ahmaktır.) [Tirmizî]

Vasat yol ise ikisi arasında olmaktır! Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunan mümin, umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.) [Tirmizî]

3- Çok uyumak ifrattır, gerekenden az uyumak tefrittir. İhtiyaç kadar uyumak vasattır.

4- İbadet yapmakta da ifrat tefrit olur. Az ibadet etmek tefrittir.
Gece gündüz hep ibadet etmek de ifrattır.
Gücünün yetmediği şekilde ibâdet etmeye çalışmak, mesela geceleri hiç
uyumadan namaz kılmak, gündüzleri hep oruç tutmak, hanımından uzak kalmak, et,
süt, tatlı gibi şeyleri hiç yememek, ifrattır, aşırı gitmektir.

Hadis-i şerifte buyuruldu ki:

(Din kolaylıktır. Dinde aşırı gideni, din mağlup eder.) [Nesâî],

(Dinimizde ruhbanlık yoktur. Et yiyin, hanımlarınızla mübaşeret edin! [Nafile]

oruç da tutun! Tutmadığınız günler de olsun! [Nafile] namaz da kılın!
Uyuyun da. Ben bunlarla emrolundum.) [Taberânî]

26 Nisan 2016 Salı

Ben Değişince Her şey Değişti







Mesnevi ile Doğaçlama

Dünya Benim Sayemde Daha Güzel Bir Yer Olacak...

Neden mi ? Çünkü ben etrafımda gördüğüm şeylerin, kendi duvarıma ne şekilde yansırsa o şekilde göründüğünü anladım ve güzel görmek için kendi duvarımı güzelleştirmem gerektiğini fark ettim. Tıpkı o ressamlar gibi...

Padişahın sarayındaki Çinli ressamlar ”Biz Türk ressamlardan daha iyi, daha hünerli ressamlarız ” iddiasında bulunurlar. Türk ressaml...ar ise ”Bizim resimdeki ustalığımız sizden daha üstündür” derler.

Bunun üzerine padişah bir gün:

-İddianızda hanginiz haklısınız? Bunu anlamak için sizi imtihan edeceğim, der.

Çin ressamları ile Türk ressamları yarışmaya girişirler. Fakat Türk ressamlar bu yarışmadan çekinir gibi olurlar.

Çinliler:

-Padişahım bize özel bir oda veriniz, biz o odada çalışalım. Bir oda da Türklerin olsun, teklifinde bulunurlar.

Kapıları karşılıklı iki oda vardır. Odalardan birini Çinliler alır, birini de Türklere verirler. Çinliler, padişahtan yüzlerce çeşit boya isterler. Padişah onların isteklerinin hepsini yerine getirir.

Türk ressamlar ise:

Ne resim, ne boya bizim işimize yaramaz, bize sadece pas giderici nesne gerekir.

Türk ressamlar kapıyı kaparlar. Duvarı cilalamaya başlarlar. Odanın kapıya karşı olan duvarını gökyüzü gibi saf, temiz ve parlak bir hale getirirler.

Padişah önce Çinli ressamların odasına girer. Çinli ressamların yaptığı resimleri görür. Onların inceliğine, güzelline şaşırıp kalır. Aklı başından gider.

Sonra Türk ressamlarının yanına gelir. Padişah gelince Türkler iki oda arasındaki perdeyi kaldırırlar. Karşı odada Çinlilerin yaptığı resimler ve nakışlar bu odanın cilalanmış duvarına daha parlak bir şekilde yansır.

Padişah Çinliler tarafından ne görmüşse, bu odada ondan daha iyisini, daha güzelini görür. Resimler öyle canlı öyle güzeldir ki insanın gözünü almaktadır.

Bunu gören padişah, Türk ressamlarını daha başarılı bulur ve tebrik eder.

Ve demiştir ki: Bazı insanların gönülleri ayna gibi saf ve tertemizdir. Her şey oraya yansır. Gönüllerini Allah’ı anarak iyi işler yaparak cilalamış olanlar her zaman bir güzellik hoşluk içindedir.

Empati, yani karşıdaki kişiyi anlamak ve algılayabilmek, duyumsamak barışın sürekliliğini sağlar.







Ruhumuzun Bedenimize Bağlanan Noktaları; LETAİFLER ...


HAFİ : Kalbteki sırrın öte tarafı anlamına gelir.

Kalb, sır, hafi, ahfa terimleri Kur’an’dan alınmıştır.

“İster yavaş konuş, ister açıktan, O’na göre birdir. Zira O SIRRI da (gizliyi de), AHFAyı da (gizlinin gizlisini de) bilir.” (Ta ha, 20/7)...

AHFA : İnsana Âlem-i sagîr yâni küçük âlem denir. Âlem-i sagîr on kısımdan meydana gelir. Bunların beşi Âlem-i emrdendir.

Bu beş mertebe; kalb, rûh, sır, hafî ve ahfâdır.

Bunların asılları, kökleri Âlem-i kebîrde (İnsanın dışındaki âlemde)dir.

Ahfâ latîfesi, mertebelerin en sonu ve en yukarıdaki mertebedir. (İmâm-ı Rabbânî)

AKDES : En Kutsal, Nur'u Muhammedî Prizi, Kara Delik, Öz













Letaif nedir? Ruh bedeni baştan aşağı kaplar. Ruhun bazı manevi organları vardır. Bunlar bedende bazı yerlerde bulunurlar. Yerleri sabittir. Bunlara letaif noktaları denir. Yani letaifler ruhun manevi organlarıdır. Bunlar da bedende bazı yerlerde bulunur.

Letaifler nelerdir, ne işe yararlar? Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın üst kısmında bulunan letaif-i küll.

Kalp sol memenin dört parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Bu, ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dört parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar üstünde, hafi sağ memenin iki parmak kadar üstünde, ahfa boğazın altındaki çukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.

Kalp letaifi, bildiğimiz kalple alakalı değildir. Bildiğimiz kalbin altında asıl manevi kalp bulunur. Kalp, letaiflerin birinci basamağıdır. Nurunun rengi kırmızıdır. İlahi huzur yeridir.

Ruh, genel anlamı ile bildiğimiz ruh değildir. Buradaki ruh letaifi, genel anlamı ile bildiğimiz ruhun sadece manevi bir organıdır. Yani onun bir latifesidir. Bütün letaifler genel anlamı ile bildiğimiz ruhu meydana getirirler. Burada manevi bir organ ve bir letaif olan ruh, ilahi muhabbet ve sevgi merkezidir. Nuru sarıdır.

Sır ilahi vahdet (birlik) merkezidir. Nurunun rengi beyazdır.

Hafi ilahi istiğrak (boğulma, gark olma) merkezidir. Nurunun rengi yeşildir.

Ahfa ilahi izmihlal (yok olma, kaybolma) merkezidir. Nurunun rengi siyahtır.

Zikir ve rabıta ile bu letaif noktaları çalışmaya başladığında iman konusundaki işlevleri de kendisini göstermeye, taklidi iman yavaş yavaş tahkiki seviyeye ulaşmaya başlar. İman edilecek şeyler bellidir. Sınırlıdır. Ama onlara iman etme gücü ve niteliği değişebilir. İşte bu noktada letaiflerin çalışması ve yükselmesi belirleyici bir rol oynamaktadır.

Kişi kalp letaifi ile Allah’ın huzurunda olma duygusu ile ibadet edebilmekte, ruh letaifi ile O’na karşı muhabbet duymakta, sır letaifi ile bu muhabbet derinleşip başka şeylere olan bağlılıklardan azade kılınmakta, tek bir Allah’a yönelinmekte, hafi letaifinde bu ilahi muhabbet kişinin bütün varlığını kaplamakta, adeta kara sevdaya dönüşmekte, ahfa letaifinde ise ilahi aşk tamamen karşılıksız, nefsin hiç bir hazzı düşünülmeksizin ve pay almaksızın gerçekleşmektedir.

Şayet bir kişi letaiflerini yukarıda ifade ettiğimiz ilahi aşk yolunda kullanmazsa büyük bir sapkınlığa düşebilir. Zira letaiflerde ilahi bir güç ve cezbe vardır. Nereye yönlendirilirse oraya doğru akarlar. Örneğin bir insan parayı hayatında temel alır, bütün ruhsal gücüyle ona yönelirse, letaifleri de ona göre çalışmaya başlar, paraya büyük bir değer verirler. Kalbi daima paranın huzurunda yer alır. Ruhu bütün muhabbetini ona verir. Sırrı tek gerçek olarak parayı görür. Hafi letaifi paranın aşkına gark olur. Ahfa letaifi ile kişi para için her şeyini feda edebilir. Böyle birisi artık parayı ilah yerine koymuştur ve ona tapmak afatına düşmüştür. Böyle birisine nasihat da kar etmez. Hidayetin ulaşması ise çok zordur. Bütün diğer putlar da böyledir.

Şöyle bir çevrenize baktığınızda insanların letaiflerini nasıl değişik putların hizmetinde kullandıklarını görürsünüz.

İnsanların büyük kısmının günahlara tövbe etmesinde ve hak yola girmesinde engel olan en etkili şeyin karşı cinse karşı olan gayr-i meşru arzu, zina isteği olduğu kolaylıkla müşahede edilebilir. Zina yapmak isteği manevi hayatta çok büyük tahribatlar yapar. Letaifleri adeta dumura uğratır. Şayet bu ilgi ve arzu sır letaifine kadar ulaşırsa kişinin hidayete ulaşmasını daha çok zorlaştırabilir. Beri yanda bu vaziyet dinde, imani konularda şüphe ve inkâr oluşturmaya da başlar.

Mecazi aşk da letaifler ile oluşmaktadır. Eskilerin kara sevda diye adlandırdıkları mecazi aşk çeşidi, bütün letaiflerin karşı cinse yönelmesi ile meydana gelmektedir. Tasavvuf ehli kişiler bu çeşit aşkı ilahi aşka bir köprü olarak değerlendirip ona pek hor nazarla bakmamışlardır. Çünkü insanda yüce Allah’ın (c.c.) pek çok sıfatı ve güzel ismi tecelli etmektedir. Nihayetinde bu çeşit bir aşk her an ilahi aşka dönüşebilir. Elbette yarı yolda kalanlar da bulunabilir. Bu da acınacak bir vaziyettir.

-Letaiflerin nurları hakkında kaynak kitaplar neden çelişkili bilgiler vermektedir? İlahi nurları görme nimetini yüce Allah, sadatların himmeti ile bize nasip etmeden önce bu konu kafama çok takılıyordu: Allah dostları bu ilahi nurları istedikleri zaman görebildikleri halde niçin bu konuda çelişkili bilgiler vermekte idiler? Bu soruyu kendime çok soruyordum. Örneğin biri hafinin nuruna ‘yeşil’ derken diğeri niçin ‘siyah’ olarak adlandırmaktaydı? Doğrusu hangisiydi? Daha sonra kendi tecrübemle anladım ki, bu nurlar her bir letaif yerinde toplu olarak görülmektedir. Yani kişi eline tespih alıp bir letaif noktasında zikretmeye başladığında değişik renklerdeki nurların hepsi orada cevelan etmeye başlamakta, birbiri içerisinde dönmektedirler. Dolayısıyla bu durumda ilgili letaif noktasının nuru tam olarak tespit edilememekte, bu konuda farklı yaklaşımlar olabilmektedir.

Ben yukarıda letaif noktalarındaki nurlar üzerine doğru bilgileri verdiğime inanmaktayım. Zira kendime göre uyguladığım bir takım özel tekniklerle bunun sağlamasını çok kez yaptım. Tabii doğrusunu ancak yüce Allah (c.c.) bilir.

-Letaiflerin en temel işlevi ve görevi nedir? Yüce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de Hz. Âdem’i (a.s) yarattıktan sonra ona ruhundan üflediğini belirtmektedir (bk. Secde suresi,9). Yani letaifler ruhun manevi organları olduğuna göre çok büyük birer emanettir. Allah’tan insana verilmişlerdir. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle bu emanet yerlere, dağlara, göklere tevdi edilmiş, fakat onlar kabul etmemişlerdir. İnsanoğlu cahilliği ve zalimliği nedeni ile bu emaneti kabul etmiştir (bk. Ahzab suresi, 72).

Letaiflerin temel işlevi, bu yaratılış gerçeğinde gizlidir ve insanı Allah’a ulaştırmaktır. İnsan bu dünyada hiçbir surette Allah’ı göremez. Bunu büyük evliyalar, hususiyle İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s) Mektubat’ında defalarca kez beyan etmişlerdir. Müşahade, Allah’ın cemalini seyretme ahrette gerçekleşecektir. Yalnız imanı geliştirme, tahkiki seviyeye ulaştırma yolu ile bazı ilahi tecellilere insan ulaşabilir. Fakat bunlar hiç bir suretle Allah değildirler. Zat tecellisi sırasında görülenler de bu cümledendir.

Letaifler Allah’a iman etmek için yaratılmışlardır. Temel vazifeleri budur. İmana hizmet etmektir. Taklidi imanı tahkiki seviyeye yükseltmektir.

Günahlar neticesinde bu vazifelerinde bazı aksaklıklar yaşanabilir. Günahlar letaifleri asli vazifelerinden uzaklaştırabilirler. Onları başka mecralara sokabilirler.

Letaiflerin asli vazifelerinden başka yollara sapması, insanı büyük buhranlara, sapkınlıklara, imansızlığa, küfre sokar.

Letaifler İslami bir yaşantıyla, zikir ve rabıta ile uyarıldıklarında asli vazifelerine dönerler. Asıl yerleri olan emir âlemine doğru yükselirler. Bu yükselme çok korkunç bir hızla gerçekleşmektedir. Tabii bu yükselmeyi yanlış anlamamak gerekir. Bu, bir el lambasındaki ışık huzmesinin hareketi gibidir. Yani letaifler, içindeki nurları ile emir âlemine doğru bir yolculuğa çıkarlar. İnsandan kopmazlar. Ama insanlar bunun farkında pek olamazlar.

‘Testi içindekini sızdırır.’ diye çok güzel bir atasözümüz vardır. Yani bir kişinin letaifleri yükseliyorsa bu az çok yüzüne, ellerine akseder. Bu organları nurlanır. Yüzdeki nurun temel nedeni budur. İslami bir yaşantıdan uzak kimselerin yüzlerinde görülen aydınlık ve parlaklık da bundandır. Onların da bazı iyi niyetleri, iyilikleri ruhlarında böyle olumlu bir durum arz eder. Fakat tavşanın koşması ile kaplumbağanın yürümesi birbiriyle karşılaştırılamaz bile. Kaldı ki letaiflerin belli bir hızla da olsa yükselmesi o kişinin Allah’ın azabından emin olması, cehennemden kurtulması anlamına gelmez. Elbette letaifleri yükselen insan bir şeyler kazanıyordur ama bir de bu işin harcamaları vardır. İnsanın kazandığının harcamalarına yetip yetmeyeceği ayrı bir konudur. Harcamalarla kastettiğimiz şeyin günahlar olduğunu açıklamaya gerek yoktur sanırım. Onun için insanların yüzlerine bakıp da hüküm vermek doğru değildir. İmtihan sırrı tamamen gizlenmiştir.




Çeşitli günahların etkisiyle letaifleri yükselmeyen insanların yüzlerinde ise zulümat görülür. Zulümat nur gibi maddi bir şeydir. Yani soyut bir düşünce değildir. Demir pasını andırır. Kişi şayet günahlara içten bir şekilde gözyaşları ile tövbe edip hak yola girerse, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye başlarsa bu zulümat, rüzgârın etkisiyle bulutların dağılması gibi yok olur. Yüzü hemen nurlanmaya başlar. İnanılmaz bir mucize gerçekleşir.

Biz bu dünyaya imtihan için gönderildik. Üzerimizdeki emanet ise ruhtur. Daha doğrusu, ruhumuzu, letaiflerimizi yüce âlemlere yükseltmektir. Bu da ancak haramlardan kaçınmakla ve Allah’ın emirlerini yerine getirmekle olur. Sonuçta emanet olarak değerlendirilecek olan şeyin ibadetler olduğu anlaşılır. Nitekim Hz. Ali (r.a) de emaneti ibadetler olarak tefsir etmiştir.

-İnsanlar letaifler hakkında neden çok az şey biliyorlar? Çünkü bunu yüce Allah (c.c.) böyle murat etmiştir. Ayet-i celilede bu konu böyle hükme bağlanmıştır. ‘Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki, Ruh Rabbimin emrindedir. Size bu konuda çok az bilgi verilmiştir (İsra suresi, 85)’

İnsanlar çağımızda genellikle bir ruhlarının olduğundan bile kuşku duymaktadırlar. Psikoloji, psikanaliz, psikoterapi gibi bilimler, disiplinler her ne kadar ruh terimini kullansalar da ruhtan bi-haberdirler. İncelediği, hakkında bilgi verdikleri şeyler, tamamen nefse aittir. Maalesef bu bilimler ve disiplinler ruhu, onun manevi organları olan letaifleri tanımadığı gibi tamamen de inkâr etmektedirler. Bu bilimlerle, disiplinlerle çokça uğraşanların genellikle materyalist, ateist olmalarının temel nedeni de budur. Ruhu inkâr eden Allah’ı da tanıyamaz ve inkâr eder. Bu durum birbirine sebep sonuç gibi bağlıdır.

Nefis bir manyetik güçtür. Dünyaya bağlıdır. Temel içgüdüler (susama, acıkma, cinsel dürtü …) nefsin kendisini gösterdiği alanlardır. Bunlar hayatta birinci plana alındığında insanoğlu hayvanlaşmaktadır. O zaman insanın ruhu zayıflamakta, letaifleri asli işlevlerinden uzaklaşmaktadır.
Nefis kişinin iç dünyasında hakim duruma geçtiğinde ruh ve dolayısıyla letaifler onun emrine girmektedirler. Nefse hizmet etmektedirler. Kişi o zaman imani konularda tereddütçü, kuşkucu, inkârcı bir tavır takınabilmektedir.

İnsanların genelinin sandığı gibi imansızlık, dini konularda inkâr ve kuşku, bilgi ve bilinç eksikliğinden kaynaklanmaz. Günahlardan meydana gelir. Günahlar insanı bu dünyaya bağlar. Kişinin ruhunu, dolayısıyla letaiflerini etkisiz kılar. Onların yükselmelerini engeller. Bu yüzden kişi yavaş yavaş imani konulara şüphe ile bakmaya başlar. Onları kolaylıkla inkâr eder.

Aslında ruh ve onun manevi organları letaifler, hiçbir zaman Allah’ı ve iman esaslarını tamamen inkâr edemezler. Bu durum kişinin iç dünyasında günahlarla çatıştığı için büyük bir sıkıntı ve bunalım meydana getirebilir. Kişi günahları daha rahat bir şekilde işlemek ve onlardan tam bir haz almak için ruhunun ve onun manevi organları olan letaiflerinin sesini susturma yoluna gidebilir. İmani konularda kuşku ve inkâra sapabilir. Bu yönde çevresindeki insanlara çeşitli konuşmalar ve sohbetler yapabilir. Yani kısacası, imani konularda kuşku ve inkâr, bir kendini savunma psikolojisidir. Günahları meşru hale getirmek için iç dünyada yapılan bir düzenlemedir, savunmadır.
Hiçbir insan % 100 bir oranla ve kesinlikle iç dünyasında Allah’ı ve iman esaslarını inkar edemez. -Letaiflerin çalıştığı nasıl anlaşılır? Bir mürşid-i kâmile başvuran sofiye günahlara tövbe etme ve biat merasiminden sonra genellikle iki vazife verilir: Zikir ve rabıta. Şayet sofi tövbesinde samimi ise ve Allah’ın emirlerini yerine getirmeye başlamışsa bu iki vazife hemen kalp bölgesinde etkisini göstermeye başlar. İki üç ay kadar sonra bu bölgede bazı emareler yaşanır. Karnının, hamile bir kadının içindeki bebeğin oynaması gibi, hareket ettiğini müşahede edebilir.  Kalp ve letaif noktalarında sertleşme, batma, yanma, acı gibi duyumlar almaya başlayabilir. Ayrıca feyzi hissetme nimetine erişebilir.

Feyz, manevi enerji olarak tarif edilebilir. Rabıtanın amacı buna erişmektir. Mürşid-i kâmil adeta bir enerji kaynağıdır. Rabıta sırasında ondan gelen feyz, kalp bölgesinde somut olarak hissedilir. Yani bu somutluk bir hoş baskı, çekim gibi şeylerle açıklanabilir.

Kalp bölgesi harekete geçtikten sonra zamanla diğer letaif noktalarında sertlik, batma, yanma, acı gibi duyumlar alınır. Bunlar zikrin ve rabıtanın arttırılmasını gerekli kılan işaretleri sayılır. Ayrıca bunlar kalp letaifinden diğer letaifler üzerinde zikre geçmenin belirtisi olarak da düşünülebilir.
Kalp zikrinden sonra gelen letaif zikrini ancak mürşidi kâmil verir.

Bir insanın yalnız başına, mürşitsiz letaif zikrine geçmesi doğru değildir. Zira şeytanların musallatlarına maruz kalabileceği gibi bu tür durumlarda onların oyuncağı da olabilir, ne yapacağını da bilemez.

-Bazı kişiler seneler geçtiği halde neden kalp veya letaif zikrinde bir ilerleme kaydedememekte, herhangi bir hal yaşamamaktadırlar? Kalp ve letaif noktalarında söylenen ‘Allah’ kelimesinin tesir etmesi, günahlara çokça içten tövbe etmekle mümkündür. Günahların ve onlara tövbe etmenin sonu sınırı ise yoktur. Bir de nefiste yer alan kötü ahlaklara çok dikkat etmek lazımdır. Onları içten çekilecek estağfirullahlarla her zaman temizleme yoluna gitmelidir. Bunlar kibir, ucup, haset, haksız yere öfke (kin), cimrilik, korkaklık, dünyaya ve şöhrete tutku düzeyinde bağlılık gibi şeylerdir. İnsan bunların belirtilerini, kıpırtılarını nefsinde hissettiği zaman zıtları ile hemen onların önünü tıkamalı ve pişmanlık hali ile estağfirullah çekmelidir. Bunlar nefs-i emmarenin huyları olduğu için kolay kolay temizlenemezler. Temizlendiği sanılsa bile mutlaka insan nefsinde izleri her zaman bulunur. İşte bu kötü huylar zikrin kalbe ve letaif noktalarına işlemesine çokça engel olurlar. Senelerce kalp zikri çekip de hiçbir hal yaşamamış kişilerin temel handikabı bu noktalardadır. Bu kötü huyları kalplerinden atamamalarıdır.

Aslında çekilen zikir ile bu kötü huylar eritilir. Ama bu kötü huyların giderilmesi için başka gayretlerin de olması gerekir. Yoksa zikrin kalbe tesiri çok gecikir. Çokça zaman alır.
Tabii günah sayılan her fiil de kalp ve letaif noktalarında çok olumsuz etkilerde bulunur. Bunların çalışmalarını engellerler. Ama sofiler genellikle açıkça yapılan günahlardan uzak yaşarlar, fakat nefislerindeki söz konusu ettiğimiz kötü huyları genellikle unuturlar. Bunların neden olduğu olumsuz etkiyi pek düşünmezler. Ayrıca ileri zikirlerde bulunup da manevi ilerlemesi yavaş olanların da temel eksikliği de bu noktadadır. Tasavvuf yolu daimi tövbe ve istiğfar halini gerekli kılmaktadır. Öyle ki, yapılan ibadetler bile bu cümleden kabul edilmeli, ibadetlerin arkalarından mutlaka Allah’ın (c.c.) şanına yakışmadığı için samimi bir şekilde tövbe ve istiğfar yapılmalıdır. Yoksa bu yolda ilerlemek, istenilen düzeye ulaşmak mümkün değildir.

-Evliya kerametleri nasıl meydana gelir ve neden kaynaklanır? Bazı insanlar vücutlarını geliştirmek için onca para ve emek harcarlar. Hâlbuki o gelişen vücut ona insani bir meziyet kazandırmaz. Bir gün de ölüp toprak olacaktır. Ruhu geliştirmek ancak onun manevi organları olan letaifleri zikir ve rabıta sayesinde nur ve feyizle beslemekle mümkündür. Normalde her insanın ruhu çok zayıftır. Kendisini nefsin gölgesinde saklar. Pek belli etmez. Yukarıda sözünü ettiğimiz kara sevda örneğinde olduğu gibi durumlarda belli eder. Aşk ruhsal bir olaydır. Şehvet nefsanidir. Bu iki olguyu karşılaştırdığımızda ruh ile nefsi daha yakından tanımış oluruz.

Evliya menkıbelerine baktığınız zaman akıl almaz, gerçeklik ötesi olaylara tanık olursunuz. Bunlara keramet denir.  Bazı insanlar gerçeklikle çatışan bu kerametleri inkâr yoluna giderler. Oysa Allah dostları hayatlarında yalan söylemedikleri gibi kendileri hakkında yalan söylenmesine de asla izin vermezler. Bu bakımdan kerametler haktır. Amacı da insanları hak yola çağırmaktır.
Elbette kerameti yaratan yüce Allah’tır. Ama yüce Allah (c.c.) her şeyi bir sünnetullaha göre yaratmaktadır. Sünnetullah ilahi yasalar demektir.

Kerametler velilerin olgunlaşan ruhlarıyla meydana gelmektedir. Dolayısıyla kerametlerin meydana gelmesinde letaiflerin birinci derecede rolleri bulunmaktadır.

Ruh, Allah’tan ilahi bir soluk olduğu için yüce Allah’ın (c.c.) izni ve taktiriyle letaifleri aracılığı ile kerametler gerçekleşmektedir. Kerametlerdeki sır letaiflerde gizlidir.

Letaifler Lahut âlemine yükselip de Allah’ın sıfatları ve güzel isimlerinin gölgelerine ulaştığında çeşitli kerametler için gerekli olan güç ve kudrete sahip olmaktadırlar.

Kalplerde olanı keşfetme, kabirdekilerin ahvalini bilmek, hastalara şifa vermek, suda yürümek, aynı anda değişik yerlerde bulunmak hep Lahut âlemine, yüce Allah’ın sıfat ve güzel isimlerinin gölgesine yükselmiş olan ruh, dolayısıyla letaifler aracılığı ile gerçekleşen ve bilinen belli başlı kerametlerdir.
Tasavvuf yoluna keramet sahibi olmak için değil Allah rızasına ermek için girilir.

-Çakralar ile letaifler arasında bir ilgi var mı? Budizm, Hinduizm gibi dinlerin başlangıçta hak temele dayanıp daha sonra tıpkı Hıristiyanlık ve Yahudi dinlerinde olduğu gibi bozulduğundan Kuran-ı Kerim söz etmese de akıl ve mantıkla olaya yaklaştığımızda bu dinlerin de temelinin tevhide ve ilahi kitaplara dayanıp daha sonra tahrif edildiklerini rahatlıkla söyleyebiliriz.

Çakralar ile letaifler aynı konudan söz etmektedirler. Ruhun temel organlarını konu almaktadırlar.
Meditasyon adı altında yapılan uygulamalar ise büyük sıkıntıları ve tehlikeleri taşımaktadırlar. Zira bu uygulamalar şeytanlara davetiye çıkarmaktadırlar. İnsanların itikatlarını bozan pek çok yanlış bilgi bu meditasyonlarda zihinlere farkına varılmadan yerleşmektedir. Daha da kötüsü bir şeytan musallatında bu insanların sığınacağı bir limanlarının bulunamaması, kendilerini savunamamalarıdır. Onların ellerinde oyuncak olup kalmalarıdır.

Bir mürşid-i kamile bağlı bilgili ve bilinçli bir zikir ehlinin, bilgi ve kültürünü artırmak için meditasyon uygulamalarını, çakraları, söz konusu ettiğimiz dinleri incelemesini ve tanımasını tavsiye ederim. Bu, ona ufuk açacaktır. Ama tabii bu da ancak kendi yolunu iyice öğrendikten ve belli bir seviyeye geldikten sonra mümkün olacaktır.

-Nefis letaifinin ve letaif-i küllün vazifeleri nelerdir? Nefis letaifinin içerisinde insanın halk âlemindeki aslı olan dört unsur (anasır-ı erba) bulunur: toprak, hava, su, ateş. Nefis letaifi aslında bunlardan meydana gelir. Sütün üzerindeki kaymak gibi nefis de anasır-ı erbanın bir çeşit özüdür, bileşkesidir.

Zikir, rabıta, murakabe nefis letaifine de tesir eder. Yerinin iki kaş arası olduğunu yukarıda söyledik. İnsanın beşeri vasıfları, zaafları, günahları hep nefisten kaynaklanır. Nefsi tezkiye etmek, ruhu saflaştırmaktan daha zordur.

Nefis en esaslı şekilde oruç, erbain, hizmet etme gibi ibadetlerle tezkiye olunur.

Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gösterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine göre daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak öğesi ağır basan kişi tembeldir. Çalışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine düşkündür. Muhafazakârlar genellikle toprak öğesi ağır basan cinstendir. Su öğesi ağırsa dönektir. Verdiği sözleri çabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan söyler. Münafık tabiatlıdır. Dedikoduya düşkündür. Her devrin adamı genellikle bunlardan çıkar. Hava öğesi ağır basan kişi çok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir.  Dünyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına göre yaşamak ister. Sanatçılar genellikle bunlardan çıkar. Bunların siyasetle hiç alakaları yoktur. Ateş öğesi öfke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme götürecek kadar tehlikelidirler. Hayatı çok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dünya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek düşünmezler. Dava adamları genellikle bunlardan çıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis,  evrenimizin de, dünyamızın da temelini oluşturan bu dört öğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, özelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dört öğe bizi dünyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin çekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dört öğeden bir öğe diğerlerine göre biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gördüğümüz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis içerisinde kendisini göstererek yeşerir, boy atar. Onun için nefis küfür üzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi düşünülemez. Nefis ancak bir mürşid-i kâmilin elinde tövbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına çıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa düşünce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgeçmez.

Nefis zikir, rabıta, murakabe gibi yöntemlerle tezkiye olduktan sonra insanda iyi vasıflar, faziletler görülmeye başlar. Toprak öğesi ağır basan kişide ağırbaşlılık, mülayimlik görülür. Su öğesi ağır basan kişi uyumlu, hoş görülü, anlayışlı bir karakter sergiler. Hava öğesi ağır basan kişiler ise duygusal, empati kabiliyeti güçlü kişiler olarak dikkati çeker. Ateş unsuru ağırlıklı olan kişiler ise hizmet ve dava adamları olarak hayırlara vesile olurlar. Önde koşarlar.

İleri derecede rabıtaya sahip olanların sadatların ruhlarını görmeleri ve onlarla konuşmaları nefis letaifinin tamamen tezkiye edilmesinden sonra gerçekleşmektedir.

Şeytanları görmek ve onlarla konuşmak, nefis letaifinin altındaki letaiflerle (kalp, ruh, sır…) mümkündür.

Letaif-i küll pek çok kerametin, daha doğrusu büyük kerametlerin gerçekleşmesinde rol oynar. Yerinin başın üstü olduğunu yukarıda söyledik.





SEN SUSUNCA MELEKLER KONUŞMAYA BAŞLAR...

Öyle bir rahmet gizlidir ki susmanın ardında... Sabrın selameti, şerrin hayrıdır susmak...Bir kez susmayı başarabildin mi, yaşamına serpilen huzuru idrak edersin. Günümüz karmaşasında, yoğun şehir hayatının getirmiş olduğu stres altında seni her daim zehirlemekte olan egona kulak verir ve konuşmaya başlarsın ve bir kez konuşmaya başladın mı, sen susuncaya kadar giderek belanın içine gömülürsün farkında bile olmadan.

Oysa bilmeni ister...im ki, sen susabildiğin sürece melekler sana refakat eder. Sana her ne söylenirse söylensin, her ne şekilde hakaret edilirse edilsin sen muntazam bir sabır gösterip susmayı başarabilirsen, senin yerine melekler karşındakine yanıt verir ve senin için hayır duası ederler. Ama şunu da unutma ki, sen konuşmaya başladığın an, melekler orayı terk eder çünkü bu defa şeytan seninle işbirliği yapmak için oradadır...

Buraya dikkat et! Zihin muhteşem bir uşak fakat berbat bir efendidir. İpleri zihnin eline verirsen eğer, sen onu değil, o seni kontrol altına alır ve bu durum tam bir felakettir. Seni uyarmak isterim, zihnin oyunlarına gelme, sen ruhani bir varlıksın ve huzuru ancak ve ancak ruhunun özüne inince bulabilirsin.

Zihin, seni herhangi bir olay karşısında haklı olmaya iter ve seni konuşturmak için çaba sarf eder çünkü zihin egoyla işbirliği içerisindedir ve her ikisi de tatmin olmak ister. Oysa sen, zihnini susturmayı başarır ve egonu hiçe sayarsan işte o an, konuşmak yerine susmayı tercih edersin ve ne denli bir manevi bir boyuta geçiş yaptığının farkına varırsın.

Unutma; Sen susunca karşındakini mükafatlandırmış olmayacaksın... Asıl sustuğunda neleri kazandığının farkına varsan bir daha hiç konuşmazsın...
Dinle bak!

Söylenecek çok şey varken bile sus...

Susmak; karşındakine boyun eğmek değil, tam aksine olgunluğun bir göstergesidir...
Susmak erdemliktir...

Daima anımsa;

Sen susunca, melekler konuşmaya başlar!